20 Temmuz 2016 Çarşamba

Kara Bilim | Kitap İnceleme


Evinize dönebilmek için ne kadar ileri gidebilirsiniz?
Her ne kadar Fumetti ve Frankafon gibi farklı tatlar sunan, birbirinden kıymetli alt türleri olsa da çizgi roman dendiğinde aklımıza ilk gelen şey genellikle süper kahraman maceraları oluyor. Zaten her zaman diğerlerine nazaran bir adım daha önde olan Marvel ve DC’nin son yıllarda sinema ve dizi sektörünü de arkasına alarak iyice popülerleşmesinin bunda etkisi büyük elbette.

Yine de Amerikan çizgi roman sektöründen çıkıp da farklı konularıyla kalbimizi çalan eserler de yok değil. Akla hemen her ikisi de Eisner Ödülü’nü defalarca kucaklayan Saga ve Fables geliyor mesela. Image Comics’ten çıkan Kara Bilim (Black Science) de süper kahramanları değil, halis muhlis bilimkurguyu işleyerek akranlarının arasından sıyrılanlardan biri işte. Peki onlar kadar vurucu ve bağımlılık yapıcı mı? Gelin, hep birlikte bakalım.

Kara bilim, kara yürekler

Kara Bilim konuya kelimenin tam anlamıyla bodoslama bir giriş yaparak bizleri yabancı bir dünyada bilinmeyen bir tehlikeden kaçan, tuhaf giysiler içindeki iki bilim insanıyla baş başa bırakıyor. Dikkatimizi ilk çeken şey çevre tasarımlarının muazzam olduğu. Bitki örtüsünden canlılarına, mimari yapılarından gökyüzünün rengine dek oldukça iştah açıcı bir gezegen veya boyutta olduğunuzu, daha fazlasını bilmek için can attığınızı fark ediyorsunuz.

Birkaç sayfa sonra karakterlerden birinin Grant McKay adında bir bilim adamı olduğunu öğreniyoruz. Kendisi Anarşist Bilim İnsanları denen bir topluluğun lideri ve “Sütun” adını verdikleri bir icatları sayesinde gerçeklik bariyerini yıkarak farklı boyutlara ve dünyalara geçiş yapabiliyorlar.

Ancak Grant mutsuz, hatta pişman. Dahası başına gelen tüm bu kötü şeyleri hak ettiğini düşünüyor. Ne kadar kötü bir insan, sadakatsiz bir eş ve yetersiz bir baba olduğundan yakınıyor başının üstünde beliren o küçük karelerde. Kendisiyse tüm bu zaman zarfında arkadaşıyla birlikte pekâlâ fantastik bir romandan fırlamış olabilecek mekânlarda, dehşetengiz canavarlardan kaçarak hayatını kurtarmaya çalışıyor. Derken yanındaki arkadaşı, henüz çizgi romanın ilk sayfalarında olmamıza rağmen ölüyor.

Grant zorlu bir kaçışın ardından soluğu diğer ekip arkadaşlarının yanında alıyor. Tam bu noktada iki şey daha öğreniyoruz. Baş karakterimizin iki çocuğu da burada, bu tuhaf boyutta onlarla birlikte. Öğrendiğimiz ikinci şeyse Sütun’un kontrol mekanizmasının sabote edildiği. Makinenin geri sayımı tamamlanana dek o boyutta kalmak zorundalar. Bir sonraki sıçramanın nereye gerçekleşeceğini ise bilmiyorlar.

Son derece fantastik, son derece realist

İşte bu şekilde, her seferinde farklı bir boyuta, bilinmeyene sıçrayarak hayatta kalmaya ve makinelerini onarmaya çalışıyor kendine “Boyutonotlar” diyen bu grup. Sıçradıkları her boyut gerek çizimleri gerekse de çeşitlilikleri bakımından gerçekten muazzam. Kimi zaman bizimkini andıran, ama işlerin fena hâlde farklı yürüdüğü alternatif bir boyutta; kimi zaman Star Wars’tan fırlamış gibi görünen bir yerleşim yerinde; kimi zamansa tuhaf yaratıkların mesken edindiği, Lovecraft-vari yerlerde çıkıyorlar ortaya.

Arkabahçe, 2016, 176 Sf.
Çeviri: Sinan Ural
Editör: Kayra Küpçü
Tüm bu zaman zarfında kâh geçmişe giderek kâh karakterlerin arasındaki sert kavgalara şahit olarak aslında bu grubun hiç de masum olmadığını fark ediyoruz. Bir kere hepsi de oldukça gerçekçi. Gerçekçiden kastım herkesin boğazına kadar kötü huylara batmış olması. Karısını aldatanlar, birbirlerinin kuyusunu kazanlar, diğerlerine yardım etmektense kendini kurtarmayı tercih edenler… Ne ararsanız var. İşler sarpa sardıkça aldıkları riskler artmaya, verdikleri kararlar da sertleşmeye başlıyor.

İşin güzel yanı her an herkesin ölebilmesi. Yazar bu konuda hiçbir karakterine acımıyor ve en beklemediğiniz anda en beklemediğiniz kişi bir anda size veda edebiliyor. Kötü tarafıysa her biri görsel ve tasarımsal olarak çok etkileyici olan tüm o boyutları tadına tam anlamıyla varamadan geride bırakmak zorunda kalmamız. Çünkü gerek çizgi roman fasiküllerinin sayfa sayısının azlığından gerekse de Sütun’un geri sayım muhabbetinden dolayı olaylar çok ama çok hızlı gelişiyor.

Ek olarak yazar Rick Remender’in yazım tarzının ve diyaloglarının da biraz yorucu olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bunun çeviriden değil de yazarın tarzından kaynaklandığı çok açık. Çeviri demişken, Sinan Ural ve Kayra Küpçü gerçekten de başarılı bir iş ortaya çıkarmışlar. Arada sırada birkaç yazım hatasına denk geldim ama o kadarı da nazar yarası olsun artık. Baskı da her zamanki Arkabahçe kalitesinde.

Sonuç olarak Kara Bilim’in süper kahraman çizgi romanlarına iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. Sizi merakta bırakmayı ve kendini okutmayı başarıyor. Üstelik bir sonraki ciltte neler olacağını düşünmenize neden olacak bir yerde bitiyor ilk cildi. Belki bir Saga değil ama farklı şeyler arayanlar için kesinlikle iyi bir tercih. Bunun henüz ilk cilt olduğunu ve sonraki sayılarda (yurtdışında dört cildi yayınlanmış ve hâlâ devam ediyor) çıkışa geçeceğini düşündüğümden sonraki sayısını şimdiden merakla beklemeye başladım bile.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Bioshock: Rapture Şehri | Kitap İnceleme


“Ben Andrew Ryan ve size bir soru sormak için buradayım: Bir insan kendi alın terinde hak sahibi olamaz mı? Hayır, der Washington’daki adam. O ter fakirlere aittir. Hayır, der Vatikan’daki adam. O ter Tanrı’ya aittir. Hayır, der Moskova’daki adam. O ter herkese aittir. Bu cevapları reddettim. Bunların yerine başka bir şeyi seçtim. Ben imkânsızı seçtim. Ben… Rapture’ı seçtim.”
Eğer 2007’de çıkan BioShock adlı video oyununu oynadıysanız yukarıdaki sözler size çok ama çok tanıdık gelecek ve şöyle bir ürpermenize neden olacak demektir. Hem çıktığı dönemde hem de sonraki yıllarda devam oyunlarıyla âdeta bir fenomen yaratmıştır BioShock. Üstelik bunda sadece oynanış mekaniklerinin değil, içerdiği distopik ve felsefi yapının, insan doğasını sorgulayışının, art-deco tarzı gösterişli mimarisinin de etkisi büyüktür. Ama en çok da Rapture adlı muazzam sualtı şehrinin ve onu inşa eden adamın, Andrew Ryan’ın öyküsü etkilemiştir bizleri.

Yolumuz Rapture’a düştüğünde karşımızda bir zamanlar görkemli bir yer olduğu her hâlinden belli olan, ama bir şekilde felakete sürüklenmiş ve yıkılmanın eşiğindeki bir sualtı şehriylekarşılaşırız. Her taraf cesetlerle doludur. Balo maskeleri takan çılgın Sentezciler (Splicer) her yerdedir ve gördükleri yerde üzerimize saldırmaktan geri kalmazlar. Oysa bu insanların bir zamanlar bu şehrin halkı olduğu çok açıktır. Dahası, gizemli Büyük Babacıklar ve Küçük Kız Kardeşler çarpık bir masaldan fırlamışçasına etrafta kol gezer. Bu da yetmiyormuş gibi plazmid denen bir madde kullanana âdeta insanüstü yetenekler bahşetmektedir.

Peki burada neler olmuştur? Nasıl olmuştur da yıkık dökük hâli bile böylesine gösterişli olan bu şehir bu hâle gelmiştir? Onu geçtik, böyle bir yerin okyanusun dibinde ne işi vardır? Nasıl inşa edilmiştir? Ve neden? Bu incelemeye konu alan kitap da tam olarak bu konuyu ele alıyor işte. Daha doğrusu kusursuz bir ütopyanın nasıl korkunç bir distopyaya, rüyalarının peşinden koşan bir adamınsa nasıl bir diktatöre dönüştüğünün öyküsü.

3 Temmuz 2016 Pazar

Canavarın Çağrısı | Kitap İnceleme


“Hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.”

Patrick Ness’in rahmetli Siobhan Dowd’ın son öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı Canavarın Çağrısı adlı bu sıra dışı eseri özetlemenin en iyi yolu kitabın sayfalarında da yer alan bu iki cümle belki de. Çünkü ilk sayfasından son kelimesine dek kitabın size yaptığı şey tam olarak bu: Sürükleyici yapısıyla sizi oradan oraya koşturuyor, hiç beklemediğiniz anda ısırıyor ve fena hâlde gafil avlıyor.

Kayıp Rıhtım’ın video incelemeleri olmasaydı Tudem Yayınları’nın 2014’te dilimize kazandırdığı bu kitaptan hiç haberim olmazdı herhâlde. Çok da yazık olurdu. Çünkü, biraz klişe olacak ama, iyi ki okumuşum, iyi ki hayatıma bu sayfaları da kattım dedirten eserlerden birisi kendisi. Ama işin özü hiç de sandığınız gibi değil…

Kitap size heyecandan sayfaları yırtarcasına çevireceğiniz bir macera sunmuyor, ama onun yerine aklınızdan hiç çıkmayacak bir hikâye okutuyor size. Yüzünüzde gülücükler açtırmıyor, boğazınızda en irisinden bir düğüm oluşturuyor. Mutlu bir son vermiyor, unutulmaz bir son yaşatıyor. Klişelere sığınmıyor, onları Canavar’ın o koca yumruklarıyla yıkarak sizi her seferinde şaşırtıp merakta bırakıyor.

On üç yaşındaki bir oğlan olan Conor O’Malley ile kansere yakalanan annesinin hikâyesini konu alıyor Canavarın Çağrısı. Conor’ın babası uzun zaman önce onları terk edip başka bir kadınla evlenerek Amerika’ya taşınmış. Annesi de aldığı kemoterapi tedavisi yüzünden gün geçtikçe yorgun düştüğünden evin bazı sorumlulukları Conor’ın omuzlarında. Okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri durumu bildiklerinden oğlana aşırı mesafeli ve sinir bozucu bir anlayışlılıkla yaklaşıyorlar. O yaklaşınca kesilen fısıldaşmalar, kendisine atılan kaçamak bakışlar, herkesin ona acıması… Eğer hayatınızda bir kere bile böyle bir durumda kaldıysanız ne kadar sinir bozucu olduğunu bilirsiniz.

Tudem, 2014, 116 Sf.
Çeviri: Arif Cem Ünver
Editör: Tuğçe Akyüz
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Conor her gece tekrar tekrar aynı kâbusu görmektedir. Bu öyle korkunç bir rüyadır ki bir gece, saat tam 12:07’yi gösterirken arka bahçelerindeki porsuk ağacı kanlı canlı, devasa bir canavara dönüşüp de penceresine dayandığında baş karakterimiz oralı bile olmaz. “Korkmuyorum! Senden çok daha korkunçlarını gördüm ben!” diye bağırır hatta.

İkilinin arasındaki fırtınalı başlangıcın ardından Canavar oğlana üç hikâye anlatacağını ve en sonunda da Conor’dan ona kendi öyküsünü anlatmasını isteyeceğini söylüyor. Ufaklık itiraz etse de başka seçeneği yokmuş gibi görünüyor, çünkü Canavar bunu hiç umursamıyor. Böylece gündüzleri okul arkadaşlarıyla ve annesiyle, geceleriyse Canavar’la yaşadıklarını okumaya başlıyoruz karakterimizin. İşin en güzel yanlarından biri Canavar’ın anlattığı hikâyelerinin hiçbirisinin beklediğiniz gibi bitmemesi, hatta sizi ters köşe üstüne ters köşeye yatırarak hepten şaşkına çevirmesi. Peki Conor’a her gece musallat olan kâbus nedir? Baş karakterimizin okuldaki davranışlarının altında yatan gerçek sebep ne? Canavar neden sürekli 12:07’de geliyor? İşte tüm kitap boyunca kafanızda dönüp duran, açıklığa kavuştuğunda da sizi hüzne boğan sorulardan bazıları da bunlar.

İşin ilginç tarafı, hikâyenin asıl yazarı olan Siobhan Dowd bunu göğüs kanseri olduğu dönemde kaleme almış. Ve daha sonra da basıldığını göremeden hayata gözlerini yummuş. Nasıl bir ruh hâliyle yazdığını tahmin edemiyorum doğrusu. Çizer Jim Kay ise hiç görmediğim bir teknikle, neredeyse dört sayfayı birden kaplayan harika karakalem çizimleriyle kitabın atmosferine tavan yaptırmış. Çeviri ve editörlük açısından da çok temiz, hatasız bir roman Canavarın Çağrısı. Tek eleştirim Conor adının çok ama çok sık kullanılması. Bazen “oğlan” denebilirmiş pekâlâ kendisine. Onun haricinde her zamanki Tudem kalitesiyle, dört dörtlük bir çalışma var karşımızda.

Bu kitabı hem çok sevecek hem de ondan nefret edeceksiniz; çünkü size ya kaybettiğiniz birini hatırlatacak ya da sevdiklerinizi kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu düşündürecek. Çünkü hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.

Not: 21 Ekim'de sinema uyarlaması da geliyor. Hatta fragmanı bile çıkmış.