7 Mayıs 2011 Cumartesi

Gizemli Soygun ( Bölüm 3 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

“Öldüm.” dedi genç adam.
“Abartma…” diye yanıtladı genç kadın.
“Ciddiyim! Bu iş beni öldürüyor! Bütün gün yürümek kolay mı sanıyorsun? Hem de bu saçma sapan kostümün içinde!” diye yakındı adam, üzerindeki Noel Baba kıyafetini göstererek. 

Cevahir Alışveriş merkezinin üst katlarından birinde oturmuş, öğle yemeğini yiyordu. Tıpkı bir haftadır olduğu gibi yine aynı yere gitmiş, aynı koltuğa oturmuş ve aynı menüden söylemişti. Bunu boşu boşuna yapmıyordu elbette, orada çalışan tezgâhtar kıza âşıktı çünkü. Hem de gördüğü ilk andan beri… Müsait olduğu her saniye soluğu bu katta alması da bu yüzdendi zaten. İşte yine her zamanki gibi tezgâhın önündeki koltuklardan birine oturmuş, o kızla muhabbet ediyordu.

“Bence seni sevimli gösteriyor.” dedi kız, utangaç bir şekilde gülümseyerek.
“Öyle mi?” dedi yanakları kızaran adam.“Şey… Teşekkür ederim.”
Bir müddet utangaç bir biçimde bakıştıktan sonra ikisi de aynı anda konuşmaya başladı. Ne yaptıklarını fark edip sustuklarında ise kahkahalarına engel olamadılar.
“Diyordum ki… Bu akşam müsaitsen… Yani sen ve ben…” diye gevelemeye başladı adam sonunda.
“Evet, çok isterim.” 
“Gerçekten mi? Şey, tamam o zaman.”
“Tamam o zaman.” diye yanıtladı aynı şekilde genç kadın, gülümseyerek.

Ağzı kulaklarına varan adam son lokmasını da büyük bir keyifle ağzına attı, ardından yerinden kalkarak kıza ufak bir selam verdi. Tam uzaklaşmaya başlamışken kadın arkasından sesleniverdi.
“Bir şey unutmadın mı?”
“Ah, tabi ya.” dedi adam ve bir koşu geri dönüp kızın yanağına bir öpücük kondurdu.
“Şey… Teşekkür ederim ama ben hesabı kastetmiştim.” dedi kıkırdayan kadın.
“Ay, pardon!” dedi adam, biraz daha kızararak. Artık neredeyse üzerindeki kostümle aynı renge bürünmüştü. Yemeğin parasını ödedikten sonra kızı bir kez daha öptü ve yüzünde geniş bir sırıtışla merdivenlerden aşağı, giriş katına doğru ilerlemeye başladı. “Ben dünyanın en şanslı adamıyım!” diye düşünüyordu, takma sakalını yüzüne geçirirken.

***

“Ben dünyanın en şanssız adamıyım.” diye söylendi Murat Pekcan.
“Sen onu bir de yerde yatan adama sor.” dedi Selim Kuzgun, önlerinde uzanan cesedi göstererek.
Murat yeni ortağına yan yan bir bakış attı, sonra da “Peki o zaman. Ben dünyanın en şanssız ikinci adamıyım. Oldu mu?” dedi kollarını iki yana kaldırarak.
“Bu daha iyi.” dedi gülümseyen Selim, piposunu yakarak.
“Ne dememi bekliyordun ki? Henüz kariyerimin başındayım ve bulduğum her şüpheli ben daha ona ulaşmadan ölmüş oluyor. Neden işler biraz daha kolay gitmez ki?”
“Bizim işimiz bulmaca çözmek evlat. Eğer işler yeterince basit olsaydı bize gerek kalmazdı.”
“Pekâlâ bay ukala, şimdi ne yapıyoruz?”
“Şimdi…” dedi cebinden telefonunu çıkaran Selim. “Adli tıp ekibini çağırıyoruz. Ardından da etraftaki ipuçlarını araştırıyoruz.”
“Güzel. Ben de bütün gün burada dikilip bir ihtiyarın nasihatlerini dinleyeceğimden korkmaya başlamıştım.” dedi Murat, ortağının çatılan kaşları karşısında genişleyen sırıtışına engel olamayarak. Sonra da eğilip dikkatle adamı incelemeye başladı. 

Başının tepesi kel, şakaklarında hafif beyazları bulunan, pos bıyıklı bir adamdı Çetin Muallim. Orta boylu, kalın çerçeveli gözlükleri olan, hafif göbekli biriydi aynı zamanda. Yüzünde garip bir acı ifadesi olduğu halde sırt üstü uzanmaktaydı. Hemen önündeki sehpanın üzerinde bir faks cihazı ve bir telefon rehberi vardı. Faksın ahizesi yerde, tam ölü adamın elinin dibinde duruyordu. O bilindik “Telefonunuz açık kaldı” uyarısı bir cırcır böceği korosunu andırır biçimde yükseliyordu ahizeden.

“Çetin Muallim. 1962, Kocaeli doğumlu.” diyen Selim’in sesini duydu o anda. Omzunun üzerinden geriye baktığında ortağının adamın cüzdanını karıştırmakta olduğunu gördü. “Adam öğretmenmiş. Hem de buraya çok yakın bir lisede.”
“Yüzündeki ifadeyi gördün mü?” diye sordu Murat, adamı incelmeye devam ederken.
“Evet, kalp krizi sonucu ölmüş. İki günde iki tane…” 
“Rastlantı mı sence?”
“Sanmıyorum.”
“Ölmeden önce telefonla konuşuyormuş galiba.” dedi Murat, ahizeyi göstererek.
“Evet, ben de fark ettim.”
 “Son aradığı numarayı kontrol ettirsek ya?”
“Ettir tabi. Şen Ajans çıkmazsa ben de ne olayım! İşte kredi kartı da burada.” dedi cüzdan çıkarttığı kartı sallayarak.
“Anlamıyorum. Bir öğretmen neden sadece caddede yürümesi için bir Noel Baba kiralar ki?” diye sordu ayağa kalkan Murat.
“Benim kafamı kurcalayan da bu evlat. Bu işin içinde normal olmayan bir şeyler var. Bankadaki hırsızda da bir tuhaflık vardı. Yaşına göre olağanüstü hızı ve gücü gibi mesela…”
“Hmm, bulmaca çözüyormuş.” dedi Murat, televizyonun karşısındaki kanepeye çökerek. “Ama yarım bırakmış. Yukarıdan aşağı üç; cet, ata, çok yaşlı kimse… Selim olabilir mi?”
“Ha-ha-ha.” dedi Selim, sahte bir kahkaha ile. “Çok komiksin, oyalanmayı bırak da bana yardım et.”
“Ediyorum ya.” dedi Murat, kanepenin üzerindeki kalemi alarak soruları çözmeye başlarken.
“Nasıl? Bulmaca çözerek mi?” diye çıkıştı Selim, cüzdanı bırakıp kapının ardındaki minik çöp kovasına yönelirken.
“Bizim işimiz bulmaca çözmek evlat.” dedi Murat, Selim’in sesini taklit ederek. 

Selim homurdanarak çömeldi ve çöp tenekesini yere boca etti.
“Olağanüstü bir araştırma tekniği…” diye mırıldandığını duydu Murat’ın. Dişlerini sıkıp yerdekileri karıştırmaya başladı. Tam ümidi kesmişti ki buruşturulmuş bir kâğıt dikkatini çekti. Kâğıdı alıp dikkatle düzelttiğinde bunun bir mail order formu yani kredi kartı ile sipariş belgesi olduğunu fark etti. Şen Ajans’ın logosu en üstteydi ve ölü adamın el yazısı ile doldurulmuştu.
“Buldum!” dedi o anda Murat, heyecanla.
“Ne? Ne budun?” diye sordu o tarafa dönen Selim.
“Sorunun cevabını tabi… Sağdan sola beş; Sopayla atılan dayak yani kötek!”
“Ben şimdi sana bir temiz sopa atayım da gör!” diye ayaklandı Selim, hızla Murat’ın üzerine yürüyerek. Murat korkuyla olduğu yerde büzüştü ve gazeteyi başına siper ederek gelecek darbeden bir nebze de olsa korunmaya çalıştı.
Selim hışımla ortağının kollarını kavramıştı ki gözünün önünde sallanıp duran bulmaca sayfasına bakakaldı. Gazeteyi çabucak çekip aldı ve şaşkınca bir bulmacaya bir de elindeki sipariş formuna bakmaya başladı.
“Ne?” diye sordu Murat. “Ne oldu?”
“Bu yazı…” dedi Selim, bulmacayı göstererek. “Öğretmenin yazısı mı?”
“Şey, sanırım öyle.”
“Öyleyse bu kimin?” diye sordu sipariş formundaki kargacık burgacık yazıyı işaret ederek.
Murat afallamış bir biçimde formu eline alıp iki yazıyı karşılaştırırken Selim telefon defterini almak için harekete geçmişti bile.
“Bak! Buradaki yazılar bulmacanın üzerindeki ile aynı. İnce ve yatık… Bu ne demek oluyor, anlıyor musun?”
“Bu odada biri daha vardı.”
“Aynen öyle.”
“İyi ama kim?”
“Bilmiyorum evlat. Sanırım şu okulu ziyaret etme vaktimiz geldi.”

Adli tıp ekibi merdivenleri çıkarken iki ortak hızla aşağı iniyordu.

( Devam edecek... )

0 comments: