2 Kasım 2010 Salı

Ormanın sonundaki ev ( Bölüm 1)

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Küçük araba toprak yolda sallana sallana, çukurlara gire çıka ilerliyordu. Arabanın ön koltuğunda iki adam oturuyor ve sessiz bir biçimde yolculuk ediyorlardı. Arabayı süren adam bir emlakçıydı. Kıvırcık siyah saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü vardı. Yeşil renkli ekose bir ceket, beyaz bir gömlek ve siyah bir kumaş pantolon giymişti. Sürekli laf yapmaya elverişli ağzı geniş bir sırıtış ile kaplıydı. O her zaman sırıtırdı, lakabının “Sırıtkan Sıtkı” olmasının sebebi de tam olarak buydu. Güçlü bir gülüşün karşınızdakinin kalbini kazanmanın yarısı olduğunu savunurdu ve eğer işiniz satışsa bu başarmanın yarısı demek oluyordu.

“Az sonra orada olacağız. Emin olun evi çok seveceksiniz.” dedi Sırıtkan Sıtkı, yüzündeki geniş sırıtışı hiç bozmadan. Bu can sıkıcı sessizliği bozmaya çalışıyordu. Sessizliği sevmezdi, onun işi konuşmaktı. Yanındaki adam ise sadece kafa sallamakla yetindi, sessizliği bozmaya hiç niyeti yoktu. Orta boylu, en fazla 20 - 25 yaşlarında genç bir adamdı. Siyah renkli uzun saçlarını ensesini örtecek şekilde açık bırakmıştı. Üzerinde eski bir kot, beyaz bir tişört ve pantolonuyla aynı renkte bir kot ceket vardı. Adı Derin Kaygılı’ydı ve konuşmaktan hiç hoşlanmazdı. Emlakçı müşterisinin konuşmaya hiç niyeti olmadığını anlayınca sıkıntı ile iç geçirdi. Fakat sonra önündeki işi düşünüp tekrar keyiflendi ve sırıtışı daha da genişledi.

Çok geçmeden eski bir evin önünde durdular. “İşte geldik!” dedi neşeyle Sırıtkan Sıtkı, arabasının kapısını gürültülü bir şekilde çarparak. “Gelin size içeriyi göstereyim.” diyerek hızlı adımlarla verandaya yürümeye başladı. Derin ise arka koltuktan küçük el valizini alarak daha yavaş adımlarla onu izlemeye koyuldu. Başını kaldırıp eve şöyle bir baktı ve memnuniyetsiz bir homurtu koyuverdi. İki katlı, ahşap bir evdi karşısındaki. Oldukça eskiydi ve kasvetli bir havaya sahipti. Yılların etkisi ile iyiden iyiye kararmış ahşap duvarları, bakımsız bahçesi ve bahçenin dış duvarlarını saran dikenli sarmaşıkları bu havayı iyice güçlendiriyordu. Etrafı yüksek çam ağaçları ile çevriliydi ve biraz önünde Dingin Göl’ün eşsiz ve sakin manzarası uzanmaktaydı. Etrafta başka hiçbir ev ya da benzeri yapı görünmüyordu. Aklı başında birinin kesinlikle yanına yaklaşmak istemeyeceği türden bir yerdi ama işte adam buradaydı.

Genç adam “Evim güzel evim…” diyerek bir iç çekti ve verandada durmuş ceketinin cebini karıştırarak anahtarlarını arayan emlakçının yanına ilerledi. O yürürken verandanın tahtaları üzerlerindeki bu yeni misafire itiraz edercesine gıcırdıyordu. “Elimde tam istediğiniz gibi bir yer var dediğinizde böyle bir yerle karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim doğrusu.” dedi Derin, emlakçının yanına vardığında.
“Vay vay… Demek istediğiniz zaman konuşabiliyormuşsunuz.”
Derin sadece kaşlarını hafifçe kaldırıp manalı manalı bakmakla yetindi.
“Tamam, tamam pes ettim.” dedi Sırıtkan, iki elini havaya kaldırarak. “Kimsenin sizi rahatsız edemeyeceği bir yer istediğinizi sanıyordum.”
“Bu doğru.”
“O zaman sorun yok demektir.” dedi Sırıtkan, cebinden çıkardığı anahtarlardan birini kapının üzerinde denerken. “Çünkü kasabanın bu köşesine kimseler gelmez. Tamamen yalnız olacağınızı garanti edebilirim. Sırıtkan Emlak her zaman müşterilerinin isteklerine önem verir.” diye devam etti daha da fazla sırıtarak. Derken anahtarlardan biri kilidin içerisinde ufak bir klik sesi çıkararak döndü ve emlakçı eski kapıyı ağır bir gıcırtı eşliğinde ardına kadar açtı. “İşte burası…” dedi gayet kendinden hoşnut bir sesle. “Nasıl? Harika değil mi?”

Derin, eve alıcı gözü ile bakarken aklından pek çok tanım geçiyordu fakat bunlardan hiçbiri harika sözcüğünün yanına bile yaklaşamıyordu. Virane kelimesi çok daha uygun görünüyordu gözüne. Havada ağır bir rutubet kokusu vardı ve her yanı kalın bir toz tabakası kaplamıştı. İçerideki mobilyaların üzerleri kirlenmemeleri için beyaz çarşaflarla örtülmüştü fakat kirden iyice kararmış bu örtülere hâlâ beyaz diyebilmek için renk körü olmak gerekiyordu. “En azından bir konuda yalan söylememiş, ev gerçekten de dayalı döşeli…” diye düşündü kendi kendine.

“Eee? Nasıl buldunuz?” diye sordu Sırıtkan Sıtkı, beklenti dolu bakışlarla müşterisine dönerek. Derin, tekrardan etrafına alıcı gözüyle şöyle bir baktı, ardından umursamaz bir tavırla omuzlarını silkerek “Tamam, tutuyorum.” diye yanıtladı.
“Harika!” dedi Sırıtkan, ellerini heyecanla çırparak. “Kesinlikle pişman olmayacaksınız.” diye ekledi ardından, ceketinin iç cebinden kira sözleşmesini çıkararak. Sözleşmeyi tozlu masalardan birine serdi ve gerekli yerlere karşılıklı birer imza attılar.

“Neden bu kadar tozlu?” diye sordu Derin, kalemi emlakçıya geri uzatırken.
“Efendim?” diye sordu Sırıtkan şaşırarak.
“Ev diyorum, neden bu kadar tozlu? Fiyatı bu kadar uygun olan bir evin pek çok kiracısı olmalı, yanılıyor muyum?”
“Aslına bakarsan yanılıyorsunuz. Bu ev çok uzun zamandır boştu, hatta son kiracısını ben bile tanımıyorum. Benim dönemimden önceymiş. Halk arasında pek popüler bir yer değildir, anlıyorsunuz ya...”
“Neden? Oldukça sessiz ve huzurlu bir yere benziyor.”
“Öyledir. Fakat kasabalılar evin lanetli olduğu gibi saçma bir inanca sahipler. Hatta bu evi birilerine kiralamama şiddetle karşı çıktılar. Hah, lanetmiş! Buna inanabiliyor musunuz? Hem de yirminci yüzyılda?” dedi Sırıtkan, fazla abartılı bir kahkaha eşliğinde.
“Lanet mi? Ne laneti?”
“Aman canım, boş verin. Basit insanların basit inançları, bilirsiniz işte…” diyerek geçiştirdi emlakçı bu soruyu. Ardından süratli adımlarla kapıya yöneldi, bir taraftan da hızlı hızlı konuşuyordu; “Size iyi günler dilerim. Paramı her ay sonunda peşin isterim, faturanızı adresinize postalarım. Hoşça kalın!” Ardından kapıyı gürültülü bir şekilde kapatarak çıkıp gitti. Genç adam peşinden koştursa da ona yetişemedi, adam çoktan arabasına atlamış ve uzaklaşmaya başlamıştı bile. Emlakçının gözlerinde yakaladığı ifade de neydi öyle? Korku mu? Yoksa telaş mı? Derin emin olamadı.

***

Karanlıktı, zifiri karanlık… Ve korkuyordu, hem de çok! Çünkü O, onun için geliyordu. Arkasında bir yerlerdeydi, onu hissedebiliyordu. Buradan hemen kaçmalıydı. Önündeki kapıyı açmaya çalıştı fakat kilitliydi. Kapı tokmağına hızlı hızlı birkaç kez asıldı, çekti, itti ama kapı bana mısın demedi. Kalbi korkudan güm güm atıyor, nefes alış verişleri düzensiz bir biçimde hızlanıyordu. Arkasından yaklaşan ayak seslerini duyduğunda korkusu iyice arttı ve kapıya tırnakları ile saldırmaya başladı. Sonra saçında ani bir acı hissetti ve başı bir el tarafından sertçe geriye çekildi. O gelmişti! Saçından sürüklenerek kapıdan uzaklaştırılmaya başlandı. Bir taraftan kurtulmak için yerde çaresizce debeleniyor bir taraftan da çığlık atıyordu; “Hayır, ölmek istemiyorum! Hayır!”

“Hayır!” diye bağırarak uyandı Derin. Soluk soluğa kalmıştı ve iliklerine kadar terlemişti. Hemen yattığı yerde doğrulup korkulu gözlerle etrafına bakınmaya başladı. İlk başta çevresindeki mobilyaları çıkaramadı, sonra yavaş yavaş hafızası yerine gelmeye başladı ve nerede olduğunu hatırladı. Kiraladığı orman evindeydi, emlakçı ayrılalı birkaç saat olmuş olmalıydı. Odaları gezerken oldukça davetkâr bir yatağa denk gelmiş ve biraz gözlerini dinlendirmenin bir zararı olmayacağına karar vermişti. Anlaşılan kâbus görmüştü. Fakat korkunç derecede gerçekçi bir kâbustu bu. Saçı çekilirken duyduğu acıyı, kapıyı tırmalarken tırnaklarında oluşan o yanma hissini sonuna kadar hissetmişti.

Yüzünü ellerine gömüp bir müddet daha orada oturmaya devam etti. Sonunda daha fazla uyuyamayacağına karar verip yataktan kalktı. İstemediğinden değil ama cesaret edemiyordu. Bunu kendisine itiraf etmeye hiç niyeti yoktu elbette. “Bir daha asla kıyafetlerimle uyumayacağım.” dedi kendi kendine, muhtemelen bu gece de aynı şeyi yapacağını bile bile. Kafasını dağıtmak için kendini yerleşme işine vermeye karar verdi. Çantasını açıp içindekileri dolaplardan birine yerleştirdi. Ardından mutfağa geçip ıslak bir bez, süpürge ve bir kova su ayarladı kendine. Süpürge oldukça eskiydi, bez de bir paçavradan ibaretti gerçi ama şimdilik işini görürdü. Eğer önümüzdeki birkaç ay boyunca burada saklanacaksa burayı yaşanılır hale getirmeliydi.

Mutfak alt kattaydı ve Amerikan tarzıydı. Alt katın neredeyse tamamını oluşturan geniş salonla bitişikti. Salon ve mutfağın dışındaki odalar ufak bir kiler, küçük bir tuvalet ve tek kişilik bir yatak odasıydı. Az önce uyuduğu oda… Üst katta ise yine salonla aynı genişlikte bir oturma odası vardı. Odanın bir ucunda göle bakan, muhteşem manzaralı, geniş bir balkon bulunuyordu. Televizyon yoktu, bilgisayar da öyle… Dış dünyaya tamamen kapalı bir ortamdı, tam da adamın istediği gibi. İki yatak odası ve küçük bir banyo yine bu katta bulunan diğer odalardı. Bir de tam koridorun ortasında tavan arasına çıkan dar bir merdiven ve merdivenin sonunda küçük, ahşap bir kapı vardı.

Derin bu odaların hepsini tek tek gezdi ve gerekli gördüğü yerleri elinden geldiğince temizlemeye çalıştı. Odaların bazıları kilitliydi fakat emlakçının kendisine verdiği anahtarlar sayesinde hepsini kolaylıkla açmıştı. Biri hariç; tavan arasına açılan kapı… Üstelik anahtarlardan hiç biri kilide uymamıştı. Kapının üstündeki kilit diğerlerine nazaran oldukça eski ve paslı bir şeydi. Sanki yıllardır kullanılmamış gibi bir havası vardı. Bunu o sırıtkan herife iletmek için aklında bir yere not etti ve kendini oturma odasındaki koltuklardan birine atıverdi. Çok yorulmuştu ama buna değmişti doğrusu. En azından aklını biraz boşaltmış, bir müddet başka şeylere odaklanmıştı.

Aklını boşaltmak… Bu cümle ile sürekli düşünmekten kaçındığı bazı anılar hızla beynine hücum etti ve ister istemez yine o günü düşünmeye başladı. “Aşağılık herif…” diye mırıldandı sıkılı dişlerinin arasından.

***
1 hafta önce… Gece yarısı

“Aşağılık herif!” diye bağırdı Derin. Şehrin arka sokaklarından birindeydi ve üzerine bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaktaydı. Silahını doğrulttu ve “Bana bak!” diye bağırdı karşısındaki adama. Sırtı ona dönük olan adam olduğu yerde yavaşça döndü ve kendisine doğrultulan silahı gördüğünde olduğu yerde donakaldı.
“Bu-bu da ne demek oluyor? N-Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi adam korkuyla. Kırklı yaşlarında, göbekli bir adamdı. Saçları iyice seyrelmiş, tepesi iyiden iyiye kelleşmişti.
“Kapa çeneni!” diye bağırdı Derin, “Ellerini kaldır.”
“Tamam, tamam!” dedi şişman adam korkuyla ellerini kaldırarak.
“Ödeşme vakti ihtiyar.” dedi Derin, silahın horozunu çekerek.
“Saçmalama evlat, kaldır şu silahı! Ben senin babanım!”
“Benim babam artık yok!” diye bağırdı ve gök gürültüsü eşliğinde tetiği çekti.

***

Uzaktan gelen bir gök gürültüsü sesi eşliğinde olduğu yerde zıplayıverdi. Düşüncelerine biraz fazla dalmıştı anlaşılan. O günden beri sürekli o anı yaşıyordu zaten, yani babasını öldürdüğü geceyi… Gök gürlemeleri yeniden duyulduğunda kalkıp balkona çıktı ve ufukta toplanan kara bulutlara şöyle bir baktı. “Harika. Ruh halime daha uygun bir hava düşünemiyorum zaten.” diye mırıldandı kendi kendine. “En azından bu havada hiç kimse dışarı çıkmaz, polisler bile…” Derken göl kenarında bir hareket takıldı gözüne. Gözlerini iyice kısıp dikkatle baktığında bunun balıkçı mantosu giymiş, uzun boylu, yaşlı bir adam olduğunu gördü. “Bir bu eksikti, bir de buralara kimsenin gelmediğini söylemişti. Adi herif…” diye söylendi öfkeyle. Fakat tekrar baktığında adam orada değildi. Bir müddet daha adamı tekrar görebilmek için balkonda eğrilip doğrulduktan sonra bu uğraştan vazgeçti ve içeri girip kapıyı sıkıca kapattı. Evin tüm kapılarını güzelce kilitledikten sonra da istemeye istemeye de olsa yatağına doğru yöneldi. Kıyafetlerini çıkaracağı konusunda verdiği sözü elinin tersiyle iterek kendini yüzüstü yatağa bıraktı. Yine kâbus görecek hali yoktu ya?

***

Karanlıktı, zifiri karanlık… Deliler gibi korkuyordu. Kilitli kapıyı et ve tırnakları ile açmak için son bir umutsuz girişimde bulundu fakat başaramadı. Ellerinin ne kadar küçük göründüğünü fark etti o anda. Vücudu da küçücüktü. Aniden güçlü bir el saçlarından kavrayarak başını geriye çekti ve onu yerde sürüyerek kapıdan uzaklaştırmaya başladı. “Hayır!” diye bağırdı incecik sesiyle “Bırak beni, hayır!” Suratına yediği okkalı bir tokatla sarsıldı. Yerden hızla kaldırılıp sertçe bir masanın üzerine yatırıldığını hissetti. Karşı koymaya çalıştığında yüzüne bir darbe daha aldı. Bu seferki çok daha sertti, bilincini yarı yarıya kaybetmesine neden olmuştu. Göz ucuyla bir parıltı görür gibi oldu ama hareket edemiyordu. Keskin bir şeyin havayı yararken çıkarttığı o meşhum ses duyuldu. Görüntü bir anlığına dağılır gibi oldu ve küçük bir çocuk gördü bu kez önünde. Çocuk sürekli yer değiştiriyor, bir an için tam önündeyken bir an sonra ise 10 adım ileride duruyordu, sonra yine önünde… “Bana yardım et.” diye fısıldadı çocuk. Sonrasıysa boynunda duyduğu büyük bir acı ve daha koyu bir karanlık…
***

Bir çığlık atarak yerinden sıçradı. Eliyle boğazını tutuyor ve soluk soluğa nefes alıp veriyordu. Boynunda korkunç bir acı vardı. Hızla yataktan kalkıp tuvalete koştu ve aynada boyun bölgesini incelemeye başladı. Görünürde hiçbir darbe izi ya da kızarıklık yoktu fakat saç diplerindeki acı ve tırnaklarındaki yanma yine hissediliyordu. “Lanet olası kâbuslar…” diye homurdandı kendi kendine. Tuvaletten çıktığında dışarıda parlayan güneşi görüp şaşırdı. Sabah olmuştu bile… Bir şeyler atıştırabilmek umuduyla mutfağa doğru yöneldi ama tam tahmin ettiği gibi dolaplar tam takırdı. Anlaşılan her şeye rağmen kasabaya inmek zorunda kacaktı. Üzerini değiştirip saçlarını sıkıca topladı. Kafasına bir şapka geçirip bir de güneş gözlüğü taktı. Bu haliyle kimsenin kendisini tanımayacağını umuyordu.

Tam evin kapısından çıkmış kasabaya doğru ilerliyordu ki karşıdan gelen biriyle karşılaştı. Dün akşam gölün kenarında gördüğü balıkçıydı bu.
“Günaydın!” diye seslendi balıkçı.
“Hay aksi…” diye homurdandı Derin.
“Güzel bir sabah öyle değil mi?” diye sordu balıkçı. Uzun boylu, ihtiyar bir adamdı. Beyaz sakalları, kanca bir burnu ve açık mavi gözleri vardı. Sarı renkli uzun bir palto ve ağır plastik çizmeler giymişti. Başına da asker yeşili bir balıkçı beresi takmıştı. “Adım Keskinolta, Fırat Keskinolta. Buralı bir balıkçıyım. Gölün aşağısından geliyorum, buralarda yarım kalmış bir işim vardı da… Bağırdığınızı duydum ve bir bakmaya geldim. Her şey yolunda mı?”
“Ben… Ben bir kâbus gördüm.” dedi en sonunda Derin, bir şeyler demesi gerektiğini fark ederek.
“Hmmm… Oldukça korkunç bir tane sanırım.”
“Şey… Evet.” dedi genç adam, elini istemsiz bir şekilde boğazına götürerek.
“Sadece bir kâbus ise oldukça şanslısınız. O evde oturup da daha kötü şeylerle karşılaşanları da gördüm.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bak evlat… Sen diye hitap edebilirim değil mi? Çok uzun zamandır bu civarda yaşıyorum ve inan bana o ev hakkında bildiklerimin yarısını bile bilsen bir daha oraya adımını atmazdın.”
“Ah, evet… Şu lanet saçmalığından bahsedeceksin değil mi? Boş versene ihtiyar, benim karnım çocuk masallarına tok.”
“Çocuğu mu gördün yoksa kadını mı?” diye sordu ihtiyar, büyük bir ciddiyetle.
“Ne?”
“Çocuk mu, kadın mı?”
“Neden söz ettiğini bilmiyorum, beni yalnız bırak.” diye bağırdı öfkeyle ve hızlı adımlarla kasabaya giden yolda yürümeye başladı.
“Kâbuslar sadece başlangıç, daha kötüsü de gelecek. Sana yardım edebilirim!” diye seslendi arkasından Keskinolta. Ama Derin’in onu dinlemeye hiç niyeti yoktu.

( Devam edecek...)

Göl fotoğrafı / Lake photo by Zane Hrynewich

5 comments:

Sihirlitorba dedi ki...

arkadaşım sen nerelerdesin? bi daha bu kadar çok kaybolma emi ;)

Şarküteri dedi ki...

Bu adamın yerinde olsam ben de "Derin Kaygılı" olurdum. Onun adına şimdiden endişelenmeye başladım... Eline sağlık Mit devamını merakla bekliyorum.

mit dedi ki...

@ S.Sepet: Selamlar arkadaşım. Çok yoğunum bu günlerde. O yüzden buraya pek vakit ayıramıyorum. Kim "Dünyanın işi bitmez." demişse doğru söylemiş :) Görüşmek üzere...

@ Şarküteri: İsim için kullandığım kelime oyununu beğenmene sevindim :) Bir aksilik olmazsa devamı da yakında sizlerle olacak inşallah. Sevgiler...

Adsız dedi ki...

Canım arkadaşım harikaa bir hikaye olmuş.şimdi birinci bölümü okudum:)

Bayıldımmm:)

Ailecek sağlıklı,huzurlu,mutlu,ağız tadıyla nice bayramlar geçirmenizi diliyorum.:)

mit dedi ki...

Sağol arkadaşım, beğenmene sevindim :) Sizlere de hayırlı, mutlu ve sağlıklı bayramlar dilerim.