30 Temmuz 2010 Cuma

Hava alanında...

Havalimanında çalıştığım günlerin sonu kötü bitmiş olsa da orada pek çok değerli dost ve bir sürü de güzel hatıra edindiğim gerçeği yadsınamaz. Oldukça tanınmış bir kitap mağazasında çalışmış olmak bile başlı başına güzel bir olaydı zaten. Ama işin içine bir de orada yaşadığımız birbirinden komik olaylar da eklenince çalışmaktan aldığımız keyif ikiye katlanıyordu.

Cüneyt Arcayürek’in yazdığı “Derin Devlet” isimli bir kitap vardı mesela. Adı artık aramızda efsaneleşmişti bu kitabın. Ama ne konusu ne de yazarı sebebiyle kazanmıştı bu ününü. Onun ünü sevgili müdür yardımcımız ve onun akıl almaz satış politikasından kaynaklanıyordu. Aylık ciromuzu arttırmak ve hedefi yakalamak bizde saplantı olmuştu o aralar ve hepimiz bazı ürünlere odaklanmıştık. Müdür yardımcımız Hasan Bey’in ürünü de bu kitaptı işte. Giren çıkan, alakası olan olmayan, sadece gazete almaya gelmiş olan herkese bu kitaptan bir tane mutlaka ama mutlaka satıyordu. Bunu yaparken de onu izlemek çok keyifli oluyordu. Müşterilerden birini gözüne kestirip yavaşça ve çaktırmadan arkasından yaklaşıyordu sonra da usulca şu kelimeleri fısıldıyordu; “Derin Devlet’i okudunuz mu?” Artık korkudan yerinde sıçrayan müşterileri mi istersiniz, şaşkınlıkla aniden geriye dönüp Hasan Bey’e bakanları mı yoksa elindeki kitabı falan bırakıp hızla uzaklaşanları mı? Ama uzaklaşmak çare değil, o kitabı almazsanız Hasan Bey peşini bırakmaz. Genelde de alıyorlardı zaten… Gerçekten de komikti. Onun sayesinde hedefi hep tutturduk ama, hakkını yememek lazım.

***

Bir kitap & müzik mağazasına girdiğinizde soracağınız soru ne olur? Herhalde “Falanca yazarın şu kitabı var mı?” ya da “Filanca şarkıcının yeni albümü çıktı mı?” diye sorarsınız, değil mi? Değil… Çünkü bizim en çok duyduğumuz sorular şunlardı;

“Sakız var mı?”
“Lokum alacaktık ama?”
“Sakız yok mu?”
“Şekerlemeleriniz nerede?”
“Sakız?”

Ama asıl büyük ödülü bana o meşhur soruyu soran amcama vermek lazım.

“Afyon kaymaklarınız ne tarafta yeğenim?”

Dikkatinizi çekerim “var mı?” değil, “ne tarafta?” Adam kitapçıda kaymak satıldığından o kadar emin yani…

***

Bir seferinde de milli basketçilerimizden biri gelmişti mağazaya. Hangisi olduğunu şu an tam hatırlayamıyorum, Hüseyin Beşok’tu galiba. Yoksa değil miydi? (Eyvahlar olsun, yaşlanıyorum!) Her neyse, adam bayağı bir uzundu haliyle. “Bakar mısınız?” diye seslendi bana, ben de çabucak yanında gittim. Başımı iyice yukarı kaldırmam gerekiyordu yüzüne bakabilmek için. Benim boyum 1.65 o ise 2 metre civarlarında… Oldukça güzel bir çift oluşturuyorduk sizin anlayacağınız. “Şu kitaba bakabilir miyim?” diye sordu rafların en en en üstündeki bir referans kitabını göstererek. “Tabi, ne demek.” dedim. Dedim demesine ama o kitabı oradan alabilmek için ya bir merdiven bulmam ya da oldukça iyi bir cambazlık gösterisi yapmam gerekiyordu. Adam bir bana bir de kitaba baktı sonra da gülerek “Tamam tamam ben alırım.” diyerek kitabı hiç zorlanmadan alıverdi. Sonrası karşılıklı atılan kahkahalar…

***

İlk günümüz ve ilk müşterimiz de unutulmaz. Hepimiz heyecanla ve yan gözlerle mağazada dolanan iki İngiliz’i takip ediyoruz. En heyecanlımız da kasiyer hanım kızımız. İlk satışını yapacak ne de olsa. Kasa da o bildiğimiz, alıştığımız ailemizin bakkalının yazar-kasası gibi değil ama… Pasaport numarası girilen, sefer numarası ile çalışan normal ötesi bir cihaz… Yani satış işlemini gerçekleştirebilmeniz için mutlaka yolcunun pasaportunu ve biletini görmeniz gerek. “Eee… Ne diyeceğim ben şimdi?” dedi kasiyer arkadaşımız heyecanla.
“Pasaportunuzu alabilir miyim?” diye soracaksın dedi bir başka arkadaş.
“Ay onu ben de biliyorum. Nasıl söyleyeceğim?” diye yanıtladı heyecanı daha da artarak.
“Can i take your passport dersin olur biter.” dedik bizde. Aslında İngilizcesi çok iyi ama heyecan işte…
“Tamam. Can i take your passport, can i take your passport… Ay çok heyecanlıyım!”
Derken adamlar döndüler dolaştılar sonunda bir dergi almaya karar verdiler ve kasaya yanaştılar. Arkadaş heyecanla ne dedi dersiniz?

“Can i pesspört?”

27 Temmuz 2010 Salı

Anahtar ( Bölüm 2 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Anahtarcı dükkânı oldukça gizemli bir havaya sahipti. Bir anahtarcıdan çok bir Çin lokantasını andırıyordu. Duvarları Çin usulü ejderha oymalarıyla süslüydü. İki büyük ve siyah vitrinin ortasında oldukça gösterişli, ahşap bir kapısı vardı. Adam nasıl olup da böyle bir yeri daha önce fark etmediğine bir anlam veremedi. Vitrinden içeri bakmaya çalıştı ama bir şey göremedi. Bir elini gözüne siper etti ama bu da fayda etmedi. İçerisi çok karanlıktı. En sonunda çareyi içeri girmekte buldu. Elini bir şahin başı şeklindeki, altın renkli kulpuna koydu ve yavaşça çevirdi. Kapı gıcırdayarak açıldı. Adam usulca kapıdan geçti ve binaya girdi. İçerisi de en az binanın dışı kadar eksantrik bir havaya sahipti. Sağda solda bir sürü süs eşyası ve irili ufaklı heykeller vardı. Fakat bir şekilde hepsi birbirinden farklıydı. Kimisi Uzakdoğu kökenli iken kimisi de Eski Mısır eserlerine benziyordu. Duvarlardaki tablolarda çok ilginç ve bir o kadar da birbirinden alakasızdı. Tavandan aşağı kâğıt Çin fenerleri sarkıyordu ve görünüşe göre içerideki tek ışık kaynağı bunlardı.

Adam şaşkınlıkla etrafını incelerken arkasından gelen kibar bir öksürük ile korkudan sıçrayıverdi. Hızla sesin geldiği yöne döndü ve oldukça yaşlı bir adamla burun buruna geldi.
“Ah, özür dilerim bayım. Sizi korkutmak istememiştim.” dedi yaşlı adam kibarca. Oldukça yaşlı, iki büklüm bir adamdı bu. Başının tepesi açıktı ama düz beyaz saçları omuzlarına kadar iniyordu. Yine saçı gibi bembeyaz olan bıyıkları ise çok uzundu. Çalı gibi kaşları ve kısık gözlere sahipti. Çenesinde ise ufak bir keçisakalı vardı. Üzerinde ise kimono tarzı, uzun ve süslü bir elbise vardı. “İyi misiniz?” diye sordu yaşlı adam.
“Ben… Evet, iyiyim. Özür dilerim, içeride birinin olduğunu göremedim de. Bay…?”
“Anahtarcı. Bana böyle hitap edebilirsiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben… Bir anahtar için gelmiştim de…” dedi adam tereddütle. Etrafındaki tüm bu nesneler ve karşısındaki adamın görüntüsü bu iş için yanlış yerde olduğu izlenimine kapılmasına neden oluyordu. Yaşlı adam “Yanlış yere gelmişsiniz.” diyerek onu kapı dışarı etse hiç şaşırmayacaktı.
“Elbette. Size yardımcı olmak benim için şereftir.” dedi yaşlı adam. “Ne arzu etmiştiniz?” diye sordu ardından.
“Şey… Yeni bir anahtara ihtiyacım var.”
“Ah, bir anahtar… Elbette, elbette… Size istediğiniz her türlü anahtarı sağlayabileceğimden şüpheniz olmasın.” dedi yaşlı adam. Ardından genç adamın koluna girdi ve onu cam bir muhafazanın önüne götürdü. Dikdörtgen şeklinde uzun ve ince bir muhafazaydı bu. İçinde ise kırmızı kadife kaplı, kalp şeklindeki bir yastığın üzerinde duran bir anahtar vardı. “Mutluluğun anahtarı mı aradığınız?” diye sordu anahtarcı, bir eliyle muhafazadaki anahtarı işaret ederek.
“Ne?” diye sordu adam şaşkınlıkla. “Şey, hayır. Aslında benim aradığım…”
“Anlıyorum. O halde bu taraftan lütfen.” diyerek sözünü kesti birlikte başka bir muhafazaya yöneldiler. Bu muhafaza da bir neredeyse öncekinin aynısıydı. Tek bir farkla… Bunda kalp biçimli bir yastık yerine oldukça kalın bir kitap vardı anahtarın altında.
“Aradığınız bilgeliğin anahtarı o halde.” dedi anahtarcı.
“Hayır.” dedi genç adam. Öfkelenmeye başlıyordu. Ne saçmalıyordu bu adam böyle?
“O halde şöyle geçelim.” dedi anahtarcı ve adamı tekrar kolundan sürükleyerek başka bir muhafazaya yöneldi. Fakat bu kadarı adam için fazlaydı. Kolunu sertçe çekerek anahtarcının tutuşundan kurtuldu. “Bakın, benim tek istediğim dairemin kapısını açacak basit bir anahtar. O yüzden beni oradan oraya sürükleyip durmayın çünkü bu saçmalıklara ayıracak vaktim yok. Tabii her kapıyı açan bir anahtarınız varsa o başka!” dedi öfkeli bir sesle.
Anahtarcı durdu ve adamı dikkatle süzdü. Ardından hafifçe gülümseyerek tekrar konuştu; “Elbette. Eğer istediğiniz buysa…”

***

Adam, anahtarcı dükkânını elinden geldiğince çabuk terk etti. Bu ihtiyardan hiç hoşlanmamıştı. Dükkândan da öyle… Yine de ihtiyar verdiği sözü tutmuş ve bu ilk alış-verişi olduğu için kendisinden hiçbir ücret almamıştı. Adam apartmanına doğru ilerlerken elindeki anahtara şöyle bir baktı. Bronz renkli, eski püskü bir şeydi. Sap kısmı garip süslemeler ve işaretlerle doluydu. Sanki çok eski bir gardıroba aitmiş gibi duruyordu. Hâlâ nasıl olup da bu paslı tenekenin dairesinin kapısını açacağını anlayamamıştı. Fakat anahtarcı işe yarayacağı konusunda kendini temin etmişti.
“Bir deneyin, açtığını göreceksiniz.” demişti anahtarcı. “Eğer işe yaramazsa geri getirmekte serbestsiniz. O takdirde ben bizzat gelip kapınızı açacağım ve hiçbir ücret de talep etmeyeceğim.” diye eklemişti ardından.
“Fakat anahtarımın yarısı kilidin içinde kaldı. Üstelik hem dairemin hem de apartmanın kapısında!” diye itiraz etmişti adam.
Anahtarcı ise sadece sırıtarak “O sorunla ilgilenildi. Bu anahtar ikisini de açacaktır, güvenin bana. Size iyi günler.” demiş ve kibarca kapıyı işaret etmişti.

Nihayet apartmanın kapısına varmıştı. Şöyle bir durup ağır kapıya baktı. “Kendimi resmen aptal yerine koyuyorum.” diye mırıldandı. Sonunda derin bir iç çekip kapıya yaklaştı. Eğilip kilide baktı ve hayretle gerçekten de içindeki kırık parçanın çıkarılmış olduğunu gördü. Yine de bu eski anahtarın nasıl olup da bu kapıyı açacağını aklı almıyordu. Anahtar kilit için çok fazla kalındı bir kere. Biçimleri kesinlikle uymuyordu. Bronz anahtarı kilide doğru yaklaştırırken sıkıntı ile üfleyerek “Bu çok saçma!” dedi. Birdenbire, hiç beklenmedik bir şey oldu. Anahtarın üzerindeki garip şekiller kırmızı bir ışıkla pırıldamaya başladı ve anahtarın uç kısmı biçim değiştirerek demir kapının kilidine uyacak hale geldi. Adam korku ve şaşkınlık ile anahtarı havaya fırlatıp birkaç adım gerileyerek uzaklaştı. Metalik bir tıngırtı ile yere düşen anahtar anında eski biçimine geri döndü.

Adam hayret ve şaşkınlıkla bir müddet olduğu yerde kalakaldı. Ardından kendini toparlayıp yavaşça anahtara doğru yaklaştı. Ürkek bir şekilde elini uzattı ve anahtarı yerden aldı. Hiçbir şey olmadı. Anahtarı elinde şöyle bir evirip çevirdi ama ilk halinden pek bir farkı yoktu. Kısa bir tereddüdün ardından anahtarı tekrar kilide yaklaştırdı. Anahtar yine pırıldamaya başladı ve anında şekil değiştirdi. Adam anahtarı kolaylıkla kilide soktu ve kapıyı açarak içeri girdi. “İnanamıyorum buna!” dedi kendi kendine. Sonra yukarı çıkan merdivenlere şöyle bir baktı. Ardından da bir koşuda tüm merdivenleri tırmanıp soluğu dairesinin önünde aldı. Anahtar bu kez de dairenin kapısında denedi. Anahtar yine biçim değiştirdi ve kapı rahatça açıldı. Adam ağzı hayretten bir karış açık bir şekilde dairesine girdi. Görünüşe göre ihtiyar haklıydı…

***

Ertesi sabah işe gittiğinde çok dalgındı. Bütün gün boyunca doğru dürüst çalışamamış, bilgisayarının başında öylece oturmuştu. Gün boyunca da o anahtarı elinde evirip çevirmişti. Anahtarla yapabileceklerini düşünüyordu ve aklı ister istemez hasta olan annesine gidiyordu. Sonunda o gün çalışamayacağını anladı ve izin istemek üzere patronunun yanına çıktı. Annesinin hastalığı için yeni bir tedavi bulunduğuna ve bununla ilgilenmesi gerektiğine benzer bir şeyler geveledi. Patronu hiç de memnun olmadı elbette. “Bu kez izin veriyorum ama tekrarı halinde taviz vermeyeceğimi bilmeni isterim. Ayrıca bugünü maaşından da düşeceğimi bilmeni isterim.” dedi oldukça tepeden bakan bir ses tonuyla. Koca göbekli, pos bıyıklı bir adamdı. Paradan başka hiçbir şeye önem vermezdi. Özelikle de çalışanlarına hiç… “Haydi, bas git! Zaten bugün bir işe yaradığın da yok!” diye tersledi patron.

Adam öfke ile odadan ayrıldı. Hızlı ve sinirli adımlarla yürüyordu. “Eğer paraya ihtiyacım olmasa bu herifin ağzı kokusunu hayatta çekmezdim ama…” diye mırıldandı kendi kendine. Sonra aniden, sanki görünmeyen bir duvara çarpmış gibi durdu. Yüzünde apaçık ortada olan bir gerçeği yeni fark eden birinin ifadesi vardı. “Bir dakika… Artık para için çalışmama gerek yok ki.”

***

O akşam iş çıkışında, koca göbekli patron tüm çalışanların binayı terk ettiğinden emin olmuş, kapıları güzelce kilitlemiş, kasayı saymış ve o günkü hâsılatı kasasına kilitlemişti. Ardından da paltosuyla şapkasını alıp binayı terk etmişti. O çıktıktan birkaç dakika sonra ise başka biri binaya girmekteydi. Hem de elini kolunu sallayarak, ön kapılardan girmişti. Bir müddet sonra ise elinde koca bir paketle birlikte tekrar dışarı çıktı ve sokakların karanlığına karışarak gözden kayboldu.

***

Birkaç saat sonra genç adam hastanede, annesinin yanındaydı. Elinde ise, iki ağır poşet içerisinde tedavi için gerekli olan ilaçlar vardı. İlaçları doktora teslim edip annesinin yanına oturdu.
“Hoş geldin oğlum.” dedi kadın sevinçle. “O ilaçlar da neyin nesi?”
“O ilaçlar senin buradan çıkış biletin anneciğim.” dedi adam gülümseyerek.
“İyi ama… O kadar ilacı alacak parayı nereden buldun?” diye sordu kadın merakla.
“Orasını karıştırma. Artık para sıkıntısı çekmeyeceğimizi bil yeter.”
“Yoksa terfi falan mı ettin?”
“Onun gibi bir şey anneciğim. Onun gibi bir şey…”

***

O gece dairesinde otururken hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu kendisini. Annesini yeniden gülümserken görmek, iyileşeceğini bilmek harika bir duyguydu. İşyerinin kasasını soyarken biraz suçluluk hissetmişti elbette ama o domuz patronu bunu hak etmişti doğrusu. Üstelik çok da kolay olmuştu. Patronu cimri olduğu kadar aptaldı da… Binada ne bir güvenlik görevlisi ne de bir güvenlik sistemi vardı. Tek yapması gereken doğru anı beklemek ve muhteşem anahtarını kullanmak olmuştu.
İçinde kabarıp duran suçluluk duygusunu bastırdı ve “Bunu annem için yaptım.” diyerek kendini teselli etmeye çalıştı. “Hem anahtarı bir daha böyle bir şey için kullanmayacağım ki.” dedi kendi kendine. “En azından çok gerekmedikçe…”
Anahtarı cebinden çıkarttı ve elindeki bu harikaya hayranlıkla baktı. “Artık her şey farklı olacak.” dedi sırıtarak.

( Devam edecek... )

Eski Anahtar / Old Key art by TurboSquid

25 Temmuz 2010 Pazar

29.99...


Otuz... Bugün yoldan geçen birine bu rakamın kendisi için ne ifade ettiğini sorsanız hepsi farklı cevaplar verir herhalde. Kimi hasret dolu bir bakışla "Memleketimin plaka numarası" der kimi ise hatırlamak dahi istemediği bir sınavın notunu anımsar. Kimi için askerdeki bir yakınını çağrıştırır belki, kimine ise karnındaki bebeğini... Benim için bu sayının anlamı farklı. En azından bugün için...

Bugün tam 30 yaşına giriyorum. 30 koca yıl göz açıp kapayıncaya kadar nasıl geçti, hangi ara geçti inanın ben de bilmiyorum. İnsanın ömrü bir parmağın suya daldırılıp çıkartılmasına eşittir derler ya, işte aynen öyle. Geriye dönüp şöyle bir baktığımda sevinçlerimin hüzünlerime oranla ağır bastığı bir hayat görüyorum. Başta sevgili ailem, dostlarım, üniversite yıllarım, iş arkadaşlarım ve sevgili blog dostlarım derken ne kadar çok kişiyi tanıdığımı görüp seviniyorum. Tanıdığım çoğu kişinin de birbirinden değerli insanlar olduğunu görünce de mutlu oluyorum. Çünkü hayat denilen bu macerada bugüne dek yaşadığım günlerimi mutlulukla, sevinçle anabiliyorsam bunda en büyük pay bu insanların yani sizin...

Kahkalarlar, neşeyle, dostluk ve samimiyetle dolu bu otuz yılı bana doya doya yaşattığınız için teşekkürler. Hep birlikte daha nice sağlık, mutluluk ve huzur dolu yıllara...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Anahtar ( Bölüm 1 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Akşam üzeriydi. Güneş yavaş yavaş şehrin üzerinde alçalmaya ve caddeleri kızıl ışıkları ile yıkamaya başlamıştı. İnsanlar günün yorgunluğu ile kendilerini sokaklara atmış ve bir an önce evlerine ulaşabilmek için kalabalık kaldırımlarda birbirleri ile yarışıyorlardı. Kahverengi takım elbiseli, uzun boylu, genç sayılabilecek bir adam bu kalabalıktan sıyrılıp ağır adımlarla daha tenha olan ara sokaklardan birine girdi. Dalgalı açık renk saçları ve yeşil gözleri vardı. Oldukça düzgün ve tıraşlı bir yüze sahipti. Eğer yüzünü sürekli böyle asmasaydı yakışıklı bile sayılabilirdi.

Sıra sıra binaların önünden geçerken bir eliyle kravatını gevşetti. “Şu merete de bir türlü alışamadım.” diye mırıldandı kendi kendine. Apartmanının önüne geldiğinde, açık olduğunu umarak bir eliyle ağır demir kapıyı ittirdi. Kapalıydı. Her zamanki gibi… Derin bir iç çekip elindeki evrak çantasının içini karıştırmaya başladı. Sonunda anahtarlarını iki dosyanın arasına sıkışmış vaziyette bulup çantasından çıkardı ve asabi bir şekilde kapıyı açtı. Ağır adımlarla dairesine çıkan merdivenleri tırmandı. O kadar yorgundu ki bacakları kendisini zor taşıyordu. Sıcak bir duş hayali ile dairesinin kapısından girdi ve çantasını bir köşeye fırlatıp attı. Kravatını da hızla çözüp az önce çantasını fırlattığı köşeye fırlatıverdi.

Dairesi oldukça küçüktü. Mutfakla bitişik bir oturma odası, yatak odası ve ufak bir banyosu vardı dairenin. Ama adama yetiyordu. Hoş, yetmese de kazandığı maaş ile daha iyisini tutmasına da imkânı yoktu. Duşunu aldıktan sonra eşofmanlarını giyip her akşam yaptığı gibi kendini 37 ekran televizyonunun önündeki koltuğa bıraktı. Bir müddet amaçsızca kanalları dolaştıktan sonra kumandayı da bir kenara fırlattı ve sıkıntı ile tavanı izlemeye koyuldu. Düşünceleri ister istemez annesine doğru kaydı. Her akşam olduğu gibi… İçindeki dürtüye daha fazla karşı koyamadı ve koltuğunun yanındaki telefona uzanıp annesini aradı.

“Alo?” dedi karşıdan gelen titrek ses.
“Merhaba anne.” dedi genç adam.
“Merhaba oğlum. Nasılsın? Hiç aramayacaksın sandım.”
“Üzgünüm. İşten biraz geç çıktım da… Nasılsın anne? Kendini nasıl hissediyorsun?”
“İyiyim. Ah… Aslında değilim. Bilmiyorum… Doktorlar iyi olduğumu ve her şeyin yolunda olduğunu söylüyorlar. Ama nedense buna inanmıyorum. Ters bir şeyler varmış gibi geliyor.”
“Yapma anne. Her zamanki gibi durumu abartıyorsun. Doktorla konuştum. İyi olduğunu söylüyor.” dedi genç adam, karşısındakine güven vermek istermişçesine bir sesle.
“Peki, neden hâlâ beni hastanede tutuyorlar o zaman? Bıraksınlar da evime gideyim.” diye sızlandı kadın.
“Anne… Bunu konuşmuştuk. Kısa sürede çıkacaksın, merak etme. Dinle, şimdi kapatmam lazım. Yarın yine ararım, tamam mı?”
“Peki… İyi geceler canım.” dedi kadın.
“İyi geceler.” dedi genç adam ve telefonu kapattı. Boğazındaki yumruyla daha fazla konuşamayacaktı. Annesi kanserdi ve gerekli ilaçları almadığı takdirde birkaç hafta sonra hayata gözlerini yumacaktı. Fakat ilaçlar çok pahalıydı. Ne genç adamın ne de annesinin bunu karşılamaya yetecek gücü yoktu. Kadın gün geçtikçe ölümüne bir adım daha yaklaşıyordu ve bundan haberi bile yoktu. Son günlerini huzurlu geçirmesi adına bunu ondan gizlemeye karar vermişlerdi. En azından doktorlar öyle karar vermişlerdi. Genç adam da buna uymuştu. Ama bu çok zordu. Çok zor… Kısa süre içinde gözyaşlarına yenik düştü ve oturduğu yerde sessizce ağlamaya başladı. Sonunda yorgunluğa ve hüznün dayanılmaz ağırlığına yenik düşüp oturduğu yerde uyuyakaldı.

***

Ertesi akşam adam yine aynı caddelerden yine aynı çökük omuzlarla evine yürüyordu. İşi kendisini hiç tatmin etmiyordu ama hayatını devam ettirebilmek için çalışmaya da mecburdu. Kafasında bu düşüncelerle apartmanına vardı ve açmak için kapıya yüklendi. Yine kapalıydı. Adam içinden bir küfür savurarak çantasını açtı ve anahtarlarını çıkardı. Tam anahtarı kilide sokup çevirmeye başlamıştı ki uğursuz bir “klik” sesi geldi kulaklarına. “Hayır, olmasın! Lütfen öyle olmasın.” diyerek anahtarı geri çekti ve ucunun tam belinden kırılmış olduğunu gördü. “Lanet olsun!” diye bağırarak öfkeyle elinde kalan parçayı sokağa fırlattı. Elleri belinde ne yapacağını düşünerek bir müddet kapının önünde dikildi. Bir taraftan da sol ayağıyla sinirli bir şekilde tempo tutmaktaydı. Birdenbire rüzgârla birlikte gelen küçük bir broşür adamın yüzüne yapışıverdi. Adam neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette broşürü yüzünden alıverdi. Bu da nereden gelmişti böyle? Az önce hiç rüzgâr esmediğine yemin edebilirdi hâlbuki. “Böyle bir şey de ancak benim başıma gelebilirdi zaten.” diyerek bezginlikle homurdandı. Tam broşürü öfkeyle buruşturup atacaktı ki üzerindeki ilan dikkatini çekiverdi. Şöyle yazıyordu; “Anahtar Diyarı! Her türlü anahtar tamiri yapılır.”
Adam ilana şöyle bir baktı. Sonra da “Hıh! Tabii eğer paran varsa…” diyerek kâğıdı buruşturup attı.

Uzun uğraşlar sonucu komşularından birine kapıyı açtırmayı başardı. Bu gerçekten de zor olmuştu. Çünkü apartmandaki hiç kimse kendisini doğru dürüst tanımıyordu. Kapı komşusu bile… “Komşularımla daha fazla diyaloğa girsem iyi olacak galiba.” diye mırıldandı adam. “Peki, onlara ne diyeceğim? Merhaba, ben kapı komşunuzum ve beş parasızın tekiyim mi? Hah!” dedi kendi kendine, merdivenleri ağır ağır tırmanırken. “Eminim harika bir izlenim bırakırım. Bir dahaki sefere kapıyı açmamaya özen gösterirler böylece.” Homurdana homurdana dairesine vardı. Çantasından evinin anahtarını çıkardı ve kilide yerleştirdi. Anında az önce duyduğu “klik” sesinin bir benzeri yükseldi kilitten. Adam irileşmiş gözlerle anahtarı geri çekti ve büyük bir şaşkınlıkla bunun da aynı yerden kırılmış olduğunu gördü. Bu kez ettiği küfürler basit bir “Lanet olsun” kadar masum değildi. Çok öfkelenmişti. Çantasını karşı duvara fırlattı, ceketini yere atıp bir tekme ile koridorun uzak köşesine gönderdi. Sonunda sırtını kapıya yaslayıp elleri yüzünde olduğu halde olduğu yere çöküverdi.

Orada o şekilde kaç dakika oturduğunu bilmiyordu. Nihayet ellerini yüzünden çektiğinde tam önünde, yerde bir broşür olduğunu fark etti. Apartmanın önünde bulduğu broşürle aynıydı bu. Kapının önüne ilk geldiğinde hiçbir şey görmemişti oysaki. Merakla uzanıp broşürü yerden aldı ve bu kez daha dikkatli incelemeye başladı. Oldukça sadeydi. Siyah bir arka planın önünde oldukça eski ve büyük bir bronz anahtar resmedilmişti. Üzerinde de büyük, altın sarısı harflerle “Anahtar Diyarı! Her türlü anahtar tamiri yapılır.” yazıyordu. Hemen altında ise daha küçük harflerle “İlk alış-verişiniz bedava!” yazıyordu. “Bedava” ibaresini görünce adamın bir kaşı ilgiyle havaya kalktı. Aşağıda gördüğü broşürde bu küçük yazının olmadığını umursamamıştı bile…

***

Az sonra apartmanın önündeydi. Dış kapının kapanmamasına özen göstererek kapıyı ardından yavaşça çekti. Kapanmadığına iyice emin olduktan sonra dikkatini elindeki broşüre verdi. Adres satırını okuduğunda ise şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Ne yani? Bizim sokakta mı?” diye sordu kendi kendine. Kafasını kaldırıp broşürün tarif ettiği yere, sokağın sonlarına doğru baktı ve aheste aheste sallanan büyük, anahtar şeklindeki tabelayı gördü. “Garip… Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti.” diye mırıldandı. Umursamazca omuzlarını silkti ve anahtarcıya doğru yürümeye başladı. Tam yolu yarılamıştı ki ardından gelen konuşma ve kahkaha seslerini duyarak irkildi. Hızla dönüp apartmanın kapısına baktı ve bir bayanın çocuğu ile içeri girmekte olduğunu gördü. “Kapıyı kapatmayın!” diye bağırdı telaşla ama çok geçti. Demir kapı büyük bir gümbürtü ile kapandı. Adam sinirlerine hâkim olamayarak “Hay ben sizin gibi komşunun…” diye başlayarak ne ağıza ne de kaleme alınmayacak küfürler sıralamaya başladı. Sonra durup soluklandı ve “Komşularla ilişkiye harika başladım doğrusu!” diyerek kendi kendine sinirle gülmeye başladı. En sonunda aklına yapacak başka bir şey gelmediği için sırtını apartmana döndü ve anahtarcıya doğru yürümeye devam etti.

( Devam edecek... )

Gün batımı fotoğrafı / Sunset photo by KennyQamal

13 Temmuz 2010 Salı

Geç kalmış bir inceleme: Gohor

Gohor’un adını ilk kez DBP aracılığı ile duymuştum. Yazdığım hikâyelerden birini Gohor’da geçen bir bölüme benzetmiş, kitabı okuyup okumadığımı sormuştu. Okumamıştım. İnternetten biraz araştırma yapınca Google sağ olsun (reklamları izlediniz) istediğim bilgiye ve çok daha fazlasına kolaylıkla ulaşmıştım. Fakat beni ilginç bir sürpriz bekliyordu çünkü kitabın yazarı eski bir dost, Aşkın Güngör’dü.

Aşkın Güngör ile yüz yüze görüşmüşlüğümüz, hatta şu son birkaç ayı da saymazsak konuşmuşluğumuz dahi yoktur. Ama birine “dost” diye hitap edebilmeniz için ille de tanışmış olmanıza gerek yoktur. Hele ki bu kişi hayatını, görüşlerini, sevinç ve hüzünlerini size kalemi ile anlatan bir yazar ise… Bu bir roman yazarı, bir dergi yazarı hatta bir şair bile olabilir. Ya da bir blog yazarı… Ne demek istediğimi anladınız sanırım.

Aşkın Güngör’le ilk tanışmam uzun yıllar önce yayınlanan “Punisher / İnfazcı” isimli çizgi-roman sayesinde olmuştu. Çizgi-romanın son sayfalarında bir mektup köşesi vardı ve Aşkın Güngör adında oldukça neşeli, kıpır kıpır bir genç cevaplıyordu soruları. Yaveri Pisişır ile mektupları yanıtlarken çılgın kahkahalar atıyor, zamanın korku sembolü Freddy Kruger’ı okurlarının üzerine salmaktan hiç çekinmiyordu. Bunu yaparken o kadar başarılıydı ki normalde sıkıcı olması gereken köşeyi oldukça hareketli bir yer haline getirmişti. Öyle ki çizgi-roman okumadan mektup köşesine geçer olmuştu insanlar. İşte o Aşkın Güngör yerinde durmamış, kendini geliştirmiş ve başarılı bir yazar olmuştu.

Bu kitabı almaya çok heves etsem de bazı maddi sıkıntılardan dolayı bu hevesim hep kursağımda kaldı. Ta ki hayalleri gerçekleştirmekte üstüne olmayan Vildan Hanım bana kitabın imzalı bir kopyasını yollayana dek (Kendisine buradan sonsuz teşekkürler).

Yazarın birçok kitabı olmasına rağmen bunların arasında en meşhuru Gohor. Kapağında bilim-kurgu yazıyor olsa da kitabı sadece bu türe dâhil etmeye gönlüm elvermiyor. Çünkü kitabın içinde bilim-kurgu dışında o kadar çok şey var ki. Hayata, sevgiye, dostluğa, anneye ve insanlığa dair… Bakın ne demiş Nur İçözü?

“Gohor, yalnızca serüvenlerle dolu bir kurgu bilim romanı değil. Çevreyi, yaşamı, bilimi ve dünüyle bugünüyle insanı sorgulayan bir yapıt.”

Gerçekten de öyle… O yüzden Gohor’a sadece bir bilim-kurgu değil, bilim-kurgu sosuna batırılmış edebi bir roman demek istiyorum. Gohor’da 16 yaşlarında bir grup arkadaşın maceradan maceraya atılmasını, bu süreç içinde olgunlaşmasını roman kahramanının gözünden izliyoruz. Türkçe isimlerin kırpılıp yapıştırılması ile oluşturulan isimleriyle, dostluğa, fedakârlığa ve insanlığa dair çıkarımlarıyla oldukça okunası bir kitap Gohor. Bazen kitabın aşırı yavaşladığı kısımlar ya da Gohor’un duygusallığı fazla kaçırdığını düşünmediğim zamanlar olmadı değil ama o yaşlarda bir çocuk başka nasıl davranabilirdi ki?

Sonuç olarak Gohor kesinlikle herkesin okuması gereken bir yapıt. Hiç durmayan bir aksiyon umuduyla kitabı alırsanız hayal kırıklığına uğramanız olası. Fakat okurken size bir şeyler katan, düşündüren, hayatı sorgulatan bunu yaparken de eğlendiren bir şeyler arıyorsanız Gohor tam size göre demektir. Sonuçta ülkemizden her gün bu kadar kaliteli bir roman, edebi dili bu kadar iyi kullanabilen bir yazar çıkmıyor.

Kaleminize sağlık Aşkın Bey…

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir imzanızı rica edebilir miyim

Sinan’la birlikte çalıştığımız bir akşam, ortalık bayağı sakinken içeri gayet şık giyimli, sarışın, orta yaşlı bir bayan girdi. Yanında da yine onun yaşlarında bir bey vardı. Girer girmez en çok satan kitapların bulunduğu bölüme geçtiler. Ben de görev icabı ağır adımlarla, tabiri caizse müşteriyi ürkütmeden o yöne doğru ilerlemeye başladım. Maksadım yardımcı olabilmek, kesinlikle satış değil. Her neyse… Güvenli bir uzaklıkta durdum ve yüzümde sempatik olduğunu umduğum (muhtemelen aptal ya da deli gibi görünmeme sebep olan) bir gülümseme ile beklemeye başladım. Sonra kadının yüzünü gördüm. Bir yerlerden acayip derecede tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum maalesef. Kadın ise beni fark etmemişti bile ve yanındaki adama “Hmm, Ayşe’nin (Ayşe Kulin’den bahsediyor) kitabı üçüncü sıraya yükselmiş, bak sen şu işe.” diyordu.

Derken Sinan çıktı ortaya… Kadının söylediklerini duyup “Evet, Ayşe Kulin’in kitabı bu aralar çok satıyor. Gayet güzel bir romandır, okudunuz mu?” diye sordu kibarca. Kadın bir hışımla dönüp “Bu listeleri kim ayarlıyor? Benim kitabım niye yok listede?” diye sordu çakmak çakmak gözlerle. Böyle bir tepkiyi beklemeyen Sinan anında donakaldı tabi. Ben de şaşırmıştım açıkçası. Sinan yardım isteyen gözlerle bana bakarken benim zihnim hâlâ “Benim kitabım niye yok listede?” cümlesine takılı kalmıştı. O anda ampul yanıverdi ve hemen hem Sinan’ı hem de durumu kurtarmak için ileri atıldım; “Hoş geldiniz Canan Hanım!”

Canan Tan’dı bu. Yüreğim seni çok sevdi ve Piraye isimli kitapları ile gündemdeydi o aralar. Hemen listede bulunan bu iki kitabını ona göstererek “Bakın, sizin kitaplarınız hemen burada. Üstelik sizin iki kitabınız birden çok satanlar listesinde.” dedim. Aslında sadece biri listedeydi, diğeri hâlâ soranı olduğu için çok satanların arasında duruyordu ama bunu ona söylemedim tabi… İki kitabını birden orada görünce Canan Hanım gözle görülür bir şekilde yumuşadı hatta gülümsedi bile. Biz de bu arada listelerin merkez tarafından hazırlandığını ve her hafta onların gönderdiği raporlar doğrultusunda burayı düzenlediğimizi anlatıyorduk hızlı hızlı.

“Tamam, çocuklar tamam. Siz sadece işinizi yapıyorsunuz biliyorum.” dedi Canan Hanım sonunda. Ardından yanındaki adamla sessiz bir biçimde işaretleştiler ve çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Tam o esnada Sinan “Bir kitabını imzalatalım mı?” diye sordu bana. “Sen bilirsin.” dedim omuzlarımı silkerek. Sinan bir koşu kitaplardan birini kaparak soluğu Canan Hanım’ın yanında aldı. “Canan Hanım, bir imzanızı rica edebilir miyim acaba?” diye sordu heyecanla. Canan Tan önce biraz şaşırdı, ardından sevecen bir gülümsemeyle “Tabi canım, ne demek?” dedi neşeyle. “Adın ne senin?” diye sordu ardından.
“Sinan…” dedi bizimki.
“Ah, Sinanım. Oğlumun adı, ne güzel bir tesadüf.” dedi Canan Tan. Sonra çantasından kalemini çıkarıp gösterişli bir imza attı kitabın ilk sayfasına. Sinan ve benim teşekkürlerim, onlarında el sallamaları ve gülümsemeleri arasında mağazayı terk ettiler.

Onlar çıkar çıkmaz “Oley, imzalı bir kitap!” dedi Sinan heyecanla.
“Ne yapacaksın ki bu kitabı?” diye sordum merakla.
“Oğlum manyak mısın sen? İmzalı bir kitabın ne kadar değerli olduğunu bilmiyor musun? Bunu hayranlarından birine oldukça iyi bir fiyata satabiliriz!” dedi Sinan neşeyle. Sonra hevesle kitabı açıp içindeki imzaya baktı. Önce yüzündeki sırıtışla donakaldı ardından gülümsemesi yavaş yavaş solmaya başladı.
“Hayır…” dedi yavaşça.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Hayır ya, hayır!” dedi Sinan kitabı bana doğru çevirerek. Sayfada şunlar yazılıydı;

“Sevgili Sinan’a en içten sevgilerimle…
Canan Tan.”

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Yağmur altında...

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hem de aylardan Haziran ortası olmasına rağmen… Yağmur eşliğinde esen şiddetli rüzgâr, gökyüzünden süzülen su damlalarını sağa sola savuruyor, havada genişçe bir S harfi çizilmesine neden oluyordu. Hemen hemen tüm esnaf kapılara ve pencerelere çıkmış, bu aniden bastıran yağmuru şaşkınlıkla izliyorlardı. Hemen hemen bütün esnaf…

Üç adam koşa koşa çalıştıkları binanın üst katına çıkmaya çalışıyorlardı. Çok değil daha birkaç gün önce yeni bir sevkiyat gelmiş, malzemeler depoya sığmadığı için fazlalıkları balkona yerleştirmişlerdi.
“Bunları buraya koyuyoruz ama başlarına bir iş gelmesin?” demişti en genç olanı.
“Ne iş gelecek ya… Hiçbir şey olmaz!” demişti aralarında en uzun olan.
“Hem artık yaz da geldi, yağmur falan da yağmaz.” demişti şişman olanları. Genç olan ise siz bilirsiniz dercesine omuzlarını silkmekle yetinmişti. Şimdi o omuzlara şakır şakır yağmur yağmaktaydı işte…

“Malzemeler ıslanıyor!” diye bağırdı uzun olan, sesini fırtınanın gürültüsü üzerinden duyurmaya çalışarak.
“Görüyoruz!” dedi genç olan öfke ile “Ne kadar da zekisin!” O esnada şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu.
“Birbirinizle didişmeyi bırakın da bir şeyler yapın!” diye bağırdı şişman olan, endişeli gözlerle gökyüzüne bakarak. Dışarı çıkalı henüz bir dakika olmasına rağmen şimdiden sırılsıklam olmuşlardı.
“Üstlerini örtmemiz lazım, poşet gibi bir şey bulalım!” dedi uzun olan.
“Ben demiştim, ben demiştim!” diye inledi en gençleri ve hep birlikte içeri koşturup yeteri kadar büyüklülükte bir poşet aramaya başladılar.

Birkaç dakika sonra ellerinde oldukça geniş bir ambalaj poşeti ile balkona geri çıkmışlardı. Yağmur şiddetini iyice arttırmış, rüzgâr daha da hızlanmıştı. Üç adam ellerinden geldiğince hızla balkondaki malzemelerin üzerini örtmeye çalışıyorlardı. Acele işe şeytan karışır derler ya, onlar ellerini çabuk tutmaya çalıştıkça rüzgâr poşeti oradan oraya uçuruyor, malzemeleri örtmelerine engel oluyordu. Nihayet birkaç uzun dakikalık debelenme ve bolca ıslanmanın ardından malzemeleri zor da olsa örtmüşlerdi.
“Galiba oldu!” dedi şişman.
“Haydi, içeri girelim.” dedi uzun boylu.

Tam o esnada uzaktan gelen hafif bir gök gürültüsü eşliğinde yağmur yavaşlamaya ve yerini parlak bir güneş ışığına bırakmaya başladı. Yağmur, başladığı hızla sona ermişti. Geriye ise iliklerine kadar ıslanmış, birbirlerine gözlerini kırpıştırarak bakan 3 adam bırakmıştı.

* Kısmen gerçek bir olaydan alınmıştır.