Bu sabah tam işe gitmek için evden çıkıyordum ki babamın bana seslendiğini duydum. Benden ufak bir şey istiyordu. Ben de tam o sırada kapıyı açmış ve çıkmak üzereydim. “Bir dakikadan bir şey olmaz.” dedim kendi kendime ve kapıyı kapatıp babamın yanına gittim sonra da istediği şeyi çabucak halledip koşa koşa evden çıktım. Ama geç kalmıştım, binmem gereken otobüs çoktan kalkmıştı. Bir dahaki otobüs ise 20 dakika sonra gelecekti üstelik. “Neyse olan oldu bir kere, ne yapalım?” dedim ve başladım hızlı adımlarla sahile doğru yürümeye. “Oradan dakika başı otobüs geçiyor nasıl olsa. Birine biniveririm.” diye düşünüyordum yürürken.
Sahildeki durağa vardığımda 5 dakika kaybetmiştim bile. Üstelik yol çok kalabalıktı ve arabalar milim milim ilerliyorlardı. Yine de umudumu kaybetmeden beklemeye başladım. Bir beş dakika kadar daha bekledikten sonra ilk otobüs ufukta gözüktü. Sevinçle otobüse binmeye hazırlanıyordum ki araç durmadan yoluna devam etti. Zaten dursa bile ağzına kadar dolu olduğu için binmeme imkân yoktu. Böyle otobüsleri gördüğümde aklıma hep eski Gırgır dergisindeki otobüs karikatürleri geliyor nedense. Hani pencerelerinden kollar bacaklar çıkmış olanlardan. Hoş, bu otobüsün de ondan pek farkı yoktu laf aramızda.
Her neyse, derin bir iç çekip bir sonraki otobüsü beklemeye başladım. Onun da dolu geçmesi, hatta bir dahakinin de dolu geçmesi pek de hoş bir tecrübe değildi doğrusu. Artık iyice paniklemeye başlamıştım ve her 30 saniyede bir saatime bakar olmuştum. Neyse ki 10-15 dakika gibi bir bekleyişin ardından kısmen boş bir otobüs durağa yanaştı. Biz de durakta bekleyen kalabalık güruh olarak kapısına hücum ettik. Otobüsün o daracık koridorunda zar zor da olsa kendime bir yer buldum. O kadar kalabalıktı ki kendimi konserve sardalye balığı gibi hissediyordum. “Neyse canım, bindim ya!” diye kendimi avuttum. Ben ne bileyim dertlerimin asıl yeni başladığını?
Sağ yanımda iyi giyimli fakat yaşlı mı yaşlı bir amca duruyordu. Bir taraftan tepeden sallanan tutacaklara tutunmaya çalışırken bir taraftan da sakız çiğnemeye çalışıyordu amcam. Çiğnemeye çalışıyordu diyorum çünkü büyük bir ihtimalle dişleri yoktu. Ağzını kocaman aça aça
cak! cak! cak! diye çiğniyordu sakızı. Ve çıkan sesi burada size tarif etmemin imkânı yok! Islak bir sesti ve de vıcık vıcık… Hem de adamın ağzı tam kulağımın dibine denk geliyordu. İşkenceyi düşünebiliyor musunuz? Tam 30 dakika boyunca bu adamın kulağımın dibinde o sesi çıkartmasını dinlemek zorunda kaldım. Otobüs de inadına inadına her durakta duruyordu. Hayır, adam da bayağı yaşlı, bir şey de diyemiyorsun. “Allah’ım bana sabır ver. Sabır selamet ya rabbi!” diye diye bir hal oldum. Bu arada insanların sinirlendiklerinde neden gözü seğirir, neden hülyalı bir şekilde haince sırıtırlar, dişlerini neden gıcırdatırlar vb her şeyi öğreniverdim.
Derken enseme Pat! diye bir darbe aldım. “Ne oluyoruz yahu!” diyerek arkam döndüm ve sağ arkamdaki adam ile sol arkamdaki adamın tanıdık olduklarını anladım. Adam arkadaşının omzuna “Ne haber ya?” diye vururken arada yanlışlıkla benim de enseme patlatmış meğerse. Boy kısa olunca… Başladılar gürültülü bir şekilde arkamda sohbet etmeye… “Sabır selamet ya rabbi!” demeye devam ettim. Bu arada o cak-caklar da diğer kulağımın dibinde devam ediyordu.
Derken otobüs şoförü ayağa kalktı ve “Ula uşağım! Haçan ne anliysunuz o düğmeye basmaktan daaaa? Madem inmeyecektunuz ne diye basaysunuz o düğmeye?” diyerek bağırmaya başladı. “Eyvahlar olsun, Laz şoför!” dememe kalmadan arka taraflardan üç tane yeni yetme “Sana ne, sen işine bak!” demez mi? Onların öyle söylemesiyle başladı şoför, yolcular ve o üç ileri zekâlı arasında bir ağız dalaşı. Meğerse otobüsün her durakta durmasının sebebi o üç aklı evvelin her durakta laf olsun diye düğmeye basmasıymış. “Hah” dedim “Bir kavgamız eksikti. Şimdi bir de otobüsü karakola çekerler, tam olur.”
Neyse ki öyle olmadı da şoför sakinleşti, gençler de postu kaptırmadan otobüsü çabuk yoldan terk etti. “Oh, çok şükür.” dememe kalmadan cak-caklar gene başladı. Benim de göz seğirmelerim… Durun, daha bitmedi. Bir durak sonra otobüs iyice kalabalıklaşıp adım atacak yer kalmayınca şoför orta kapıları da açtı ve oradan da bir-iki yolcu binmesini sağladı. Bir tanesi benimle yüz yüze gelecek şekilde bindi hatta. Ama adam nasıl alkol kokuyor! Yok böyle kötü bir koku… Saat sabahın 8:30’u ve adam zil zurna sarhoş. Surat zaten kıpkırmızı… Bir de başlamasın mı memleketi kurtarmaya? O konuştukça alkol dolu nefesi benim suratıma çarpıyor. Kafayı sağa sola çeviriyorum ama otobüs o kadar dolu ki kaçmamın imkânı yok. Bundan daha kötüsü olamaz herhalde diye düşünürken bir de otobüsünü çukura girmesi ile yerden bir karış yükselmem ve kafamı demirlere vurmam bir oldu.
Otobüsten indiğimde “Kim gazi madalyası takacak bana?” diye sağa sola bakındım ama kimseyi göremedim. Onun yerine arkamdakilerden “Yürüsene kardeşim, biz de ineceğiz herhalde!” diye azar işittim üstüne. Kendimi apar topar metroya attım ve yol boyunca etrafımdaki yolculara ürkek bakışlar atarak iş yerime zor da olsa vardım. Ama varmam gereken saatten yarım saat geç… Çabucak kapıdan içeri girdim ve günaydın diyerek üst kata çıkan merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Alt katta görevli olan arkadaş “Bir dakika beklesene burada, ufak bir işim var.” dedi bana. Ben de “Hayır efendim, bekleyemem!” diyerek koştura koştura üst kata çıktım. “Bu ne acele ya? Bir dakika beklesen ölür müsün?” diye seslendi arkamdan. O bir dakika nelere mal oluyor bir bilse…