28 Temmuz 2009 Salı

Doğumgünümden enstantaneler

Bazılarınızın bildiği üzere geçtiğimiz Cumartesi yani ayın 25’i, nevi şahsına münhasır olan bu zati muhteremin doğumgünüydü. (O ben oluyorum bu arada…) Ben 30’uma merdiven dayamış olmaktan dolayı ne kadar bedbaht isem çevremdekilerde bugünü kutlamak için o kadar hevesliydi. Allah’tan pastanın üzerinde tek mum vardı da pasta bıçağının keskinliğini bileklerim üzerinde denemek zorunda kalmadım. Her neyse, sonuçta ailem ve sevdiklerimle beraber geçirdiğim oldukça keyifli bir hafta sonu yaşadım. Aldığım bu keyfin hediyelerimin sayısıyla doğru orantılı olduğunu söyleyenlere kulak asmayınız efendim. Tamam, hediyelerin hepsini kategorilerine göre ayırmış olabilirim ama… Maddi değerlerine göre sıraya da dizmiş olabilirim ama… Öhöm, neyse… Doğumgünüm vesilesi ile o gün yaşadığım birkaç komik anı sizinle paylaşmak istedim. Bundandır bu yazıya başlama sebebim.

* Geçen seneki doğumgünümde, sevgili annem bana işyerinde giyebilmem için oldukça şık bir gömlek ve ona uyumlu bir kravat hediye etmişti. Benim de huyumdur, hediye aldığımda üzerinde fiyatı yazıyor mu diye mahsustan bakarım. Maksat karşımdakini güldürmek… Fakat her nasıl olduysa o sene annem hediyelerin üzerlerindeki fiyat etiketlerini çıkartmayı unutmuş. Ben de şaka yapıyorum derken fiyatlarını gördüm yanlışlıkla. O zaman bu işe çok sinirlenmişti kadıncağız. Neyse… İşte bu yüzden bu sene iyice hazırlık yapmış ve bu yıl için aldığı spor gömleğin üzerinde ne kadar etiket vs. varsa hepsini özenle (belki de bir parça hırsla) yırtmış. Doğumgünümden bir hafta kadar önce gömleği bana verirken “Hiç boşuna heveslenme. Bu sefer iyice kontrol ettim.” dedi yüzünde geniş bir gülümseme ile. Gömleği elime aldığımda gerçekten de tüm etiketlerin ucunun yırtık olduğunu fark ettim. Sonra gözüme gömleğin kenarına yapışmış küçük, yeşil bir şey çarpıverdi. Merakla alıp “Bu da neymiş? 17,50… Hmmm…” nidalarıyla incelerken annemin yüzünde dona kalan sırıtmayı gördüğümde, elimdekinin annemin yırttığı ama bir şekilde gömleğin kenarına yapışmayı başarmış fiyat etiketi olduğunu anladım. Kahkahayı patlatmam uzun sürmedi elbette.

* Sabahleyin işyerinde haldır haldır çalışırken cep telefonuma ardı ardına üç kısa mesaj birden geldi. Bunun üzerine karşımda oturan iş arkadaşım Gülsüm “Vay be! İnsanın doğumgünü olması böyle bir şey herhalde. Baksana ne kadar çok sevilen bir insansın.” dedi. Ben de “Kahretsin, öyleyimdir.” diyerek havalı bir kahkaha eşliğinde telefonumu elime aldım. Bir de ne göreyim? Mesaj gönderenler Akbank, Garanti Bankası ve Turkcell…

* Öğleden sonra işten çıkıp hızla eve yöneldim. Niyetim çabucak bir-iki şey atıştırıp arkadaşlarla buluşmaktı. Onlarla akşamüzeri buluşmalıydım ki akşam ailece yapılacak kutlamada başköşedeki yerimi alabileyim. O günde iş icabı babamın cep telefonu bendeydi. Tam hazırlıklarımı yaparken birden mesaj geldi. “Kredi kartınızla bilmem kaç liralık alış-veriş yapılmıştır.” Ben mesajı okurken evin kapısı bir tıkırdama ile açıldı ve annemle babam eve giriş yaptılar. Kısa bir selamlaşmanın ardından cafcaflı bir paket çıktı ortaya ve “Bak sana ne aldık. Bil bakalım ne…” dediler gülümseyerek. Tabi ben, yüzümde muzip bir sırıtış ile paketi aldım elime. “Ayakkabı” dedim, her halinden bir ayakkabı kutusu olduğu anlaşılıyordu çünkü. Annem ve babamdan küçük bir “Aaa, bildi…” nidası yükseldi. Sonra, geçenlerde annemin spor ayakkabılarımın iyice eskidiğinden yakındığını hatırlayarak “Spor ayakkabı…” dedim yine paketi açmadan. Yine ufak bir “Aaa…” nidası. Ardından da yüzümde büyük bir sırıtışla kısa mesajda okuduğum tutarı söyleyerek “Şu kadar lira!” dedim yüksek sesle. Bu kez yükselen hayret nidası pek de küçük değildi. Yüzlerindeki ifade ise kesinlikle görülmeye değerdi.


Daha anlatılacak çok şey var ama bazı şeyler de aile içinde kalmalı, değil mi? 29'ncu yaşgünümü kutlayan kutlamayan herkese teşekkürler. Sizi tanımak, dostluğunuzu paylaşmak benim için büyük bir keyif. 29… Eh, kulağa o kadar da kötü gelmiyor sanırsam. En azından başındaki rakam hâlâ 2.

Şimdilik…

24 Temmuz 2009 Cuma

Ketçap & Mayonez A.Ş.

Ketçaptan nefret ediyorum!

Bu sözü ilk defa üniversite yıllarımda, kampüs alanındaki kafeteryalardan birinde arkadaşlarla yemek yerken söylemiştim. Daha doğrusu yemeğimi yemek için cebelleşirken… Çünkü karışık sandviçimin içindeki hain ketçap, kadim müttefiki mayonez ile bir olup elime yüzüme hatta ve hatta burnuma bile bulaşıp beni rezil etmişti. Sizinde bildiğinizi tahmin ettiğim gibi dış görünümüne önem vermek, ya da şöyle diyelim, karizma yapmak o yaşlardaki bir genç için en önemli konudur. Hatta derslerden ve okuldan bile önemlidir bu konu. Hele ki öyle bir ortamda… Ama bırakın o anda karizmatik görünmeyi büyük olasılıkla kafeterya içerisindeki en beceriksiz şahsiyet pozisyonundaydım. Zaten ne zaman böyle konularda dikkatli olmaya çalışsam her şeyi yüzüme gözüme bulaştırır, durumu daha da çok batırırım. Küçükken de ne zaman içinde sos bulunan bir sandviç veya türevini tüketmeye çalışsam bu çabalarım hep hüsran ve batık bir üst baş ile sonlanmıştı.

O gün yanımda bulunan kadim dostlarım Kronik Penguen, Siper, Göbekus ve Halileo çok gülmüşlerdi bu halime. Nasıl gülmesinlerdi ki? Özellikle de etrafımızda bir sürü güzel ve genç kızın bulunduğunu ama her yanımın o pembe karışımla kaplandığını hesaba katarsak… O anda kızlardan çok, aç bir insan için çekici görünüyor olmalıydım. Sanırım hemen dibimdeki Göbekus’un gözleri de bana bu yüzden sevgi ve iştahla bakıyordu. İşte o gün ketçaptan ve türevlerinden şiddetle uzak durmaya karar vermiştim. Ve “Ketçaptan nefret ediyorum!” diyerek bu kararımın altını sessizce imzalamıştım, bileklerimden aşağı hunharca kayan ketçapları engellemeye çalışarak.

Çok iyi hatırlıyorum, bu konu üniversitedeki arkadaşlar arasında bir şaka konusuna dönmüş, hemen hemen her muhabbette bir kez anlatılır olmuştu. Hatta bir keresinde Kronik Penguen’in kendileriyle çok az konuştuğum ve dertlerimi onlarla hiç paylaşmadığım yönündeki şikayetlerini bana iletmesi üzerine ona uzun bir mail yazmıştım. Mailimde çok büyük bir sıkıntısı olan biri pozuna girmiş, derdini açmaya sıkılan biriymiş gibi konuyu uzattıkça uzatmış, bunu kimseye anlatmaması konusunda söz vermesini istemiş ve en sonunda da “Şey… Ben... Ben… Ketçaptan nefret ediyorum!” diye mailimi tamamlayarak onun bilgisayar dersinin ortasında bir kahkaha krizine girmesine neden olmuştum.

Sonraki yıllarda çay içmeme konusunda gösterdiğim ben diyeyim titizliği siz diyin inadı mendebur ketçap ve hain yardakçısı mayonez konusunda da gösterdim. Ama bunda ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Çünkü bu inat ne zaman bir büfeden karışık sandviç veya ekmek arası köfte almaya kalksam başıma dert açtı. “Ketçap mayonez ister misiniz?” sorusuna “Hayır, teşekkürler” diye cevap verdiğimde sanki çok garip bir şey söylemişim gibi afallayıp şaşıranlar, gözleri faltaşı gibi açılmış bir vaziyette yüzüme bakakalanlar, kulaklarına inanamayarak “Nasıl yani? Sade mi yiyeceksiniz?” diyenler… Hatta “Ketçapsız olur mu ya? Dur bak bir dene, hoşuna gidecek inan” diyerek azim ve hırsla bol ketçap ve mayonezi katan ve böylece yemeğimi, dolayısı ile üstümü başımı rezil eden büfecilerle bile karşılaştım.

Şimdi nereden çıktı bu muhabbet dediğinizi duyar gibi oluyorum. Nerden çıktığını açıklayayım. Bu anlattığım olayı üzerinden yaklaşık 10 sene geçti. 10 sene sonunda insan bir gelişme gösterir değil mi? Normal bir insan evet. Ama ben? Hayır… Şu anda, öğle yemeğim için sipariş ettiğim karışık sandviçimde “Ketçap mayonez olmasın lütfen” dememe gafletinde bulunduğum için kafeteryada anlattığıma benzer bir pozisyonda ofisteki masamda oturmaktayım da ondan. Önümde normal bir insanoğlunun bir haftada tüketeceği miktarda peçete ufak bir dağ oluşturmuş, o meşhum pembe renge bulanmış vaziyette bana bakıyor. 10 sene geçmesine rağmen bu konudaki üstün kabiliyetsizliğimi başarı ile sürdürmeye devam ediyorum. Ve ben içimden sessizce fısıldıyorum; “Ketçaptan nefret ediyorum!”

Pazarolla Sayı 90 için yazılmıştır.

12 Temmuz 2009 Pazar

Göl halkı (Bölüm 4)

Semmak kasabasına gece erken çökmüştü. Kasabada orada burada yanan meşale ışıkları ve dolunayın solgun ışığı dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu. Zaten birkaç nöbetçi dışında uyanık olan kimse de yoktu. Gölde avlanmaya gidemedikleri için işleri oldukça azalan ve moralleri oldukça düşen halk erkenden yatmış ve huzursuz bir uykuya dalmıştı. Huzur uzun zamandır uğramıyordu bu kasabaya… Kasabaya giriş bir ırmak üzerinden geçen uzun bir köprüyle sağlanıyordu. Köprünün sonunda ise bir çift ağır ahşap kapı bulunuyordu. Uzun zamandır diyarlarda pek fazla savaş olmadığından kapılar hep açık dururdu. Ama kapı başında daima bir nöbetçi bulunurdu. Bu gece kapıyı koruyan nöbetçi düşmanlardan çok uyku ile savaşmakla meşguldü. Ağzını ardına kadar açarak esnedi. Oturduğu yerde şöyle bir gerindi ve uykusunu dağıtmak için ayağı kalkıp başını silkeledi. “Nöbet tutmaktan nefret ediyorum.” diye homurdandı. “Sanki bu lanet kasabada anormal bir şey olması mümkünmüş gibi bir de nöbet tutturuyorlar.” Esnemesine engel olamayarak bir kez daha gerindi. Sağına soluna dikkatlice bakıp gelen gidenin olmadığından iyice emin oldu. Sonra tıpkı daha önceki nöbetlerinde çaktırmadan yaptığı gibi, mızrağına yaslanmış bir şekilde uyuklamaya başladı. Karanlıkta köprüye tırmanan siluetleri göremedi. Bu siluetlerden birinin kendisine doğru sürüklenerek geldiğini de göremedi, kalbine doğru saplanan keskin hançerin ay ışığı altındaki parıltısını da... Ve bu onun son uykusu oldu.

Az sonra kasaba kapısından içeri düzinelerce karanlık şekil girmekteydi. İnsan gibi görünüyorlardı ama kambur duruşları ve arkalarında uzanan uzun kuyrukları öyle olmadıklarını gösteriyordu. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri gruptakilerin bir kısmına evleri göstererek harekete geçmelerini işaret etti. Diğerlerine ise devriye atan nöbetçileri işaret edip bir boğaz kesme hareketi yaptı. Gruptakiler bu emirleri parlak sivri dişlerini açığa çıkaran vahşi bir sırıtma ile kabul ettiler. Ardından hızlı ve sessiz bir biçimde köyün içerisine dağıldılar.

Nöbetçileri etkisiz hale getirmekle görevli grup sessizce, gölgeden gölgeye geçerek devriyeye yaklaştı. Uygun bir saldırı noktası bulup orada sabırsızca beklemeye başladılar. Devriye grubunun meşale ışıkları köşeden yansımaya başladığında birbirlerine baktılar ve mızraklarını çekip pis pis sırıttılar. Devriye, yanlarından hiçbir bir şeyin farkında olmadan yavaşça geçip gitti. Şimdi sırtları varlığından haberdar bile olmadıkları saldırganlarına dönüktü. Yaratıkların gülümsemeleri genişledi ve sessizce saldırıya başladılar. Tam en arkadaki nöbetçiye yetişmişlerdi ki arkalarındaki evlerin birinden korku dolu bir feryat kopuverdi.

“İmdaaaaat! Yardım edin, imdat!”

Nöbetçiler refleksif olarak anında sesin geldiği yöne döndüler ve arkalarından sinsice yaklaşan saldırganlarla yüz yüze geldiler. Yaratıklar bu sürpriz gelişme karşısında bir anlığına duraksadılar, sürpriz saldırı avantajlarını kaybetmişlerdi. Karşılarındaki düşmanı gören nöbetçilerin ise gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama toparlanmaları uzun sürmedi ve çabucak kılıçlarını çekip alarm verdiler. “Alarm! Uyanın! Kasaba saldırı altında! Sahuagin! Bunlar Sahuagin!”

Kasabanın her yanında alarm çanları çalmaya başladı. Eli silah tutan tüm erkekler kılıçlarını, baltalarını ve mızraklarını kuşanıp sokağa fırlarken anneler de çocuklarını alıp saklanmak için uygun bir yer arıyordu. Nöbetçiler ve kasabanın diğer erkekleri hızla toplanıp kasabaya gizlice girmiş yaratıkların üzerlerine çullandılar. Ama Sahuaginler savaşçı bir ırktı. Savaşmak için yaşarlar ve kendilerinden farklı olan tüm ırklara karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir nefret duyarlardı. Kan için savaşırlardı, savaşmaktan büyük zevk alırlardı. Maalesef balıkçı kasabasının cesur halkı için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Sahuagin ırkı rakiplerine oranla sayıca az olmalarına rağmen vahşi saldırıları ve savaş hünerleri sayesinde kısa zamanda bu dezavantajlarından kurtulmuştu bile. Ellerinde çuvallar olan bir grup Sahuagin diğerleri ile birleşti ve hep beraber kasaba çıkışına doğru yollarını açmaya başladılar. Görünüşe göre taşıdıkları çuvallarda kasaba ahalisinden tutsaklar vardı. Bu görüntü kasaba halkının korku ve telaşla paniklemesine ve sevdiklerini kurtarmak uğruna kontrolsüzce saldırmasına yol açmıştı. Bu yaratıkların işine gelmişti. Rakiplerini bir bir indiriyorlar ve aldıkları her canla birlikte yüzlerindeki vahşi sırıtma giderek büyüyordu. Kapılara nerdeyse varmışlardı. Durum onların lehineydi.

Sonra birden kasabanın kapısından dörtnala yaklaşan bir atın sesi duyuldu. Sahuaginler omuzlarının üzerinden geriye baktıklarında beyaz bir atın üzerinde, parıldayan zırhı içerisinde öfkeli bir adamın kendilerine doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gördüler. Adam kılıcını çekip bir savaş narası attı ve hızla Sahuaginlerin ortasına daldı. Yaratıklar bu ani saldırı karşısında bozguna uğrayarak dağıldılar. Şövalye hiddetle kesip biçiyor, kılıcı ise kahkahalar atıyordu. Beklenmeyen kurtarıcının gelişiyle birlikte kasaba halkı ümitle bir kez daha sarıldı silahlarına. Ve bir kez daha yüklendiler Sahuagin hatlarına. Her şey birdenbire tersine dönmüş, Sahuaginler elde ettikleri üstünlüğü bir anda kaybetmişlerdi. Çatışmayı kaybedeceklerini anlayan Sahuagin lideri kendi garip lisanlarında bir şeyler haykırdı. Onun haykırışı ile birlikte diğer Sahuaginler hızla ellerini gözlerine siper ettiler. Aynı anda Sahuagin lideri yere miskete benzeyen küçük küreler fırlattı ve ortalık birdenbire çok parlak bir ışığa boğuldu. Şövalye elleriyle gözlerini siper ederek “Lanet olsun! Hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı. Etrafında koşuşturmacalar ve acı dolu çığlıklar duydu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Bir an önce kendine gelmezse acı bir sonla karşılaşacağının farkındaydı. Derken ensesindeki tüylerin diken diken olmasına neden olan bir tıslama hissetti hemen sağında. Aynı anda kılıcı “Dikkat! Eğil!” diye bağırdı telaşla. Şövalye bu sözü ikiletmedi ve hızla kendini yere attı. Tam üzerinden geçen bir kılıç darbesinin havayı sertçe yardığını hissetti ardından. Eğer tam zamanında kendini yere atmamış olsaydı belki de o darbenin etkisiyle ölmüş olacağını düşünerek yutkundu. Sahuagin liderinin bağıran sesi duyuldu tekrar. Ardından ahşap zemin üzerinde koşan çıplak ayak sesleri ve ağır bir şeylerin suya çarpma sesleri geldi. Sonra sessizlik…

Sonsuz gibi görünen birkaç dakika sonunda şövalyenin görüşü yavaş yavaş düzelmeye başladı. İyice görmeye başladığında yattığı yerden doğrulup etrafına baktı ve gördüğü manzara karşısında görüşünün hiç düzelmemiş olmasını diledi. Etrafı cansız yatan insan ve Sahuagin bedenleriyle doluydu. Kendisi hariç kapılarda dövüşen herkes ölmüştü. Üzüntü içerisinde etrafına bakarken meşaleler taşıyan bir grup kasabalının koşarak bulunduğu yere yaklaşmakta olduğunu fark etti. Kalabalık kısa sürede olay yerine vardı ve gördükleri manzara karşısında şok olarak oldukları yerde kalakaldılar. Sevdikleri, tanıdıkları insanların yarı balık yarı insan yaratıklarla yerde cansız uzandıklarını gördüler acıyla. Kimisi elindeki kılıcı bir kenara atıp gözyaşlarıyla birinin başına çökerken kimisi de sevdiklerinin adını haykırarak onları bulma ümidiyle sağa sola koşturmaya başladı. Sadece kalabalığın başını çeken, saçları ağarmış, parlak gözlü bir adam yerinden kıpırdamamıştı.

Adam, bir süre sessizliğini koruyarak yerdeki kayıplarına baktı acı acı. Sonra bakışlarını şövalyeye çevirerek “Sen bizim ihtiyar balıkçının bulmak için kasabayı terk ettiği kahraman olmalısın.” dedi. Şövalye olumlu anlamda başını sallamakla yetindi. Etrafında yatan bunca masum ceset varken kendini pek de kahraman gibi hissetmiyordu. “Ben Veskel. Kasaba meclisinin başkanıyım.” diye devam etti adam. “Size daha iyi bir karşılama sunmak isterdim ama…” diyerek ellerini manalı bir biçimde iki yana açtı.
“Ben bundan daha iyi bir karşılama düşünemiyorum. Harikaydı!” dedi kılıç mutlulukla kıkırdayarak. Veskel kaşlarını kaldırarak kılıca baktı. Şövalye “Siz ona bakmayın. Kesebildiği bir şeyler olduğu sürece onun için sorun yoktur. Kayıplarınız için üzgünüm.” dedi kibarca.
Veskel anladığını belirten bir hareket yaptı ve “Elinizden geleni yaptığınızı biliyorum.” dedi. “Sizi dövüşürken gördüm. Daha önce yardımınıza gelmek isterdik ama kasabanın içerisinde de bu yaratıklardan mevcuttu. Onlarla ilgilenmemiz gerekiyordu. Hayatta olduğunuz için şanslısınız. Sahuaginler kimseyi kolay kolay sağ bırakmazlar.” diye ekledi ardından. Sonra ayağı ile yerdeki yaratıklardan birini dürterek “Sahuagin…” diye mırıldandı. “Demek gölde kayıklarımızı batıran ve halkımızı kaçıranlar Sahuaginlermiş. Ama neden? Ve burada ne işleri var?”
“Bir nedeni olması gerekmez. Sizin de bildiğinizi tahmin ettiğim gibi Sahuaginler tüm yeryüzü sakinlerinden nefret ederler. Sizin yemek ve zevk için balıkları avladığınız gibi onlarda aynı sebeplerden bizleri avlar.” dedi şövalye. “Gölün dibinde yeni bir yerleşim yeri kurmuş olmalılar.” diye fikir yürüttü sakalını sıvazlayarak.
“Halkımdan bazılarını kaçırdılar. Kaçarken omuzlarında içinde insanlar olan çuvallar vardı. Benim insanlarım! Onlara yardım etmemiz gerek.” dedi Veskel, tek elini yumruk yaparak.
“Merak etme. Size yardım edeceğim. Bunun için buradayım.” dedi şövalye, adamı sakinleştirmek için bir elini onun omzuna koyarak.
“İyi ama onlar çok kalabalık. Tek başına ne yapabilirsin ki?” diye umutsuzca sordu Veskel.
“Tek başına olduğunu da kim söylemiş? Ben varım ya!” diye itiraz etti kılıç, oldukça gücenmiş bir ses tonuyla. Bu yorum iki adamın da hafifçe gülümsemesine ve gerginliğin bir nebze de olsa azalmasına neden olmuştu.
“Bak Veskel. Endişelerini anlıyorum ama burada tartışarak geçirdiğimiz her saniye kaçırılan dostlarınızın aleyhine işliyor. Birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor ve o kişilerin arasında öyle ya da böyle ben de olacağım. Aranızda savaş deneyimi olan birileri var mı?” dedi soran gözlerle adama bakarak.
Veskel’in olumsuz anlamda başını salladı ve “Hayır, biz savaşçı bir halk değiliz. Ama kaçırılanların tek umudu bizken burada hiçbir şey yapmadan da duramayız. Göl ve çevresini en iyi bilen birkaç adamımı yanına vereceğim. Ayrıca kılıç kullanabilen birkaç gönüllü bulabileceğimi de sanıyorum. Ne dersin? ”
“Tamam ama en kısa zamanda yola çıkmamız gerek. O yüzden acele edin.” dedi. Veskel anladığını belirtmek için bir kez kafa salladı ve koşarak oradan ayrıldı. Şövalye, bir müddet adamın arkasından baktı. Sonra arkasından bir yerlerden duyduğu hafif kişneme ile kendine geldi ve kendisini beklemekte olan atına doğru ilerledi. “Merhaba oğlum. İyi misin?” diye sordu şövalye usulca. At, onu gördüğüne memnun gibi görünüyordu. Burnuyla şövalyeyi hafifçe dürttü. Şövalye atın yelesini nazikçe okşarken hızlıca hayvanda bir zarar olup olmadığını kontrol etti. Biraz hırpalanmıştı, bir iki zararsız çizik dışında önemli bir şeyi yok gibi görünüyordu. İyice emin olduktan sonra atını yularından tutup kasaba içine çekerek en yakın yalaklardan birinin başına bağladı.
“Bende iyiyim. Sorduğun için sağol!” dedi kılıç mızmız bir şekilde.
“Ne yani? Seni de mi okşamamı istiyorsun yoksa?” diye sordu şövalye muzipçe.
“Hayatta olmaz!” dedi kılıç, bu fikirden hiç de hoşlanmadığı anlaşılan bir ses tonuyla.
“Eh… Onu arkada bırakacağımıza göre ona biraz ilgi göstermemde sakınca yok o zaman? Gölün dibine onunla gidemeyeceğimize göre…”
“Doğru ya! Ben onu hiç düşünmemiştim.”
“Sen ne zaman kesmek ve biçmek dışında bir şey düşündün ki zaten?” dedi şövalye gülerek. “Korkarım seni de geride bırakmak zorunda kalacağım.” diye ekledi ardından.
“Ne?! Ciddi olamazsın! Kafayı mı üşüttün sen? Bensiz hiç şansın yok.”
“Hey! Bu fikirden en az senin kadar ben de hoşlanmıyorum. O kadar canavarın arasına silahsız dalmak… Çılgınca! Ama su altında seni nasıl kullanabilirim ki? Daha küçük bir şeye ihtiyacım olacak, bir kama mesela…”
“Hiçte bile! Benim büyülü bir kılıç olduğumu unuttun mu?”
“Unutmak için fırsatım olmadı ki. Hiç susmuyorsun ne de olsa… Zaten konuşmak dışında başka bir meziyetine de şahit olmuş değilim hâlâ.”
“Hıh… Ben de aynı şeyi senin için söyleyebilirim efendi şövalye! Bunca zamandır birlikteyiz ama yeteneklerimden haberin bile yok. Bir de kendine silah ustası diyorsun.”
“Neymiş peki bu yeteneklerin benim alıngan yoldaşım?” diye sordu şövalye burnundan soluyarak. Tartışmayı uzatmak istemiyordu çünkü kılıcın bıkmak usanmak bilmeden sabaha kadar konuşabileceği gibi korkunç bir gerçeğin fena halde farkındaydı. Aynı zamanda merakı da uyanmıştı. Gerçekten de başka yetenekleri var mıydı kılıcının?
“Beni yanına al, su altında ne kadar hafif olduğumu gördüğünde ağzın bir karış açık kalacak. Ama su altındayken ağzını bir karış açık tutmanın senin için pek de faydalı olacağını sanmıyorum.” diye kıkırdadı ardından.
“Pekâlâ, göreceğiz. Ama dediğin gibi olmazsa seni gölün dibinde bırakmakta hiç tereddüt etmem bilesin. Ayrıca su altındayken de bu kadar konuşamayacağını umuyorum!” dedi şövalye öfkeli bir şekilde. Kılıç cevap vermek yerine sadece çılgın bir kahkaha atmakla yetindi ve şövalyeyi şüpheli bakışlarla, düşünceli bir ruh hali içinde bıraktı.

Tam o sırada Veskel yanında birkaç delikanlı ve orta yaşlı bir adam olduğu halde geri geldi.
“Bu Ranum.” dedi eliyle orta yaşlı adamı işaret ederken. “Kendisi kasabanın korucularındandır. İçimizde göl ve çevresini en iyi bilen kişidir aynı zamanda.” Ranum hafifçe öne eğilerek şövalyeyi selamladı; “Ranum, emrinizdeyim şövalyem.” Şövalye de adamı aynı şekilde selamladı.
“Bunlar da Beved, Osgar ve Apol.” diye devam etti Veskel. “Köyümüzün en yetenekli ve aynı zamanda en genç silahtarları.”
Delikanlılar da tıpkı Ranum gibi hafifçe öne eğilerek selamladılar şövalyeyi. “Emrinizdeyiz efendim.” Şövalye selamlarına karşılık verirken gençleri değer biçerek süzdü. Çok gençlerdi, büyük ihtimalle de tecrübesiz. “Başka gönüllü yok mu?” diye çaktırmadan Veskel’e sordu şövalye, yan gözlerle gençlere bakarak. Veskel fısıltı halinde “Üzgünüm, pek fazla seçeneğim yoktu. Aslına bakarsan onlardan başka gönüllü olan olmadı. Dediğim gibi, biz savaşçı bir halk değiliz ve iş oraya vardığında herkes yatağının altına saklanmayı tercih ediyor maalesef. Yine de bu delikanlılar kılıç kullanmakta oldukça iyidirler. Yardımları dokunabilir.” dedi şövalyeye.
Şövalye “Anlaşıldı, iş yine başa düşecek.” diye iç çekerek küçük gruba doğru döndü.
“Aranızda daha önce hiç silahlı bir çatışmaya giren var mı?” diye sordu elleri belinde.
Gençlerin birbirlerine attığı kaçamak bakışlar, sorusunun cevabının hayır olduğunu anlamasına yetmişti bile.
“Şey… Geçen kış kasabaya bir kurt sürüsü saldırmıştı. O zaman bir kurt öldürmüştüm.” dedi Beved. Uzun sarı saçlarını arkasında toplamış, yakışıklı bir delikanlıydı. “Hatta Apol iki tane öldürmüştü.” dedi ardından da, mavi gözleri heyecan ve gururla parlayarak.
Apol bunu başıyla, sessizce onayladı. Beved’den biraz daha uzundu. Beved’in aksine siyah olan saçlarını toplamamış, omuzlarına dökülmesini sağlamıştı. Kendinden oldukça emin görünüyordu. Siyah, delici bakışlarıyla sanki o da şövalyeye değer biçiyormuş gibi şövalyeye bakmaktaydı.
“Ya sen Osgar?” diye sordu şövalye. Osgar diğer ikisine göre biraz daha topluca, daha utangaç görünüşlü bir delikanlıydı. Kısa, kahverengi saçlarının ön kısmını gözlerini kapatacak şekilde önüne düşürdü ve “Şey…” demekle yetindi.
“Osgar da kılıç konusunda oldukça yeteneklidir. Eğitimler de onu görmelisiniz efendim.” dedi Beved, arkadaşını savunmak için öne atılarak.
“Eğitim yararlıdır ama biz bir eğitim görevine gitmiyoruz delikanlı.” dedi şövalye. “Karşınızda tahtadan yapılmış, hareket etmeyen kuklalar olmayacak. Bunlar tehlikeli yaratıklar. Hepiniz ölebilirsiniz.”
“Neyle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz efendi şövalye.” dedi Apol, sert bakışlarla. Geldiklerinden beri ilk defa konuşuyordu. Konuşurken sesi mesafeliydi. Oldukça alçak sesle ve yavaşça konuşuyordu. Kelimelerini dikkatle seçiyormuş gibi… “Beved ve ben nereye gidersek Osgar da bizimle gelir. Biz hiçbir zaman ayrılmayız.” dedi soğukça. Osgar arkadaşına minnettar bir bakış attı ama Apol bu bakışı görmezden geldi. Hâlâ gözlerini ayırmadan şövalyeye bakıyordu. “Şimdi… Eğer bizi yanında istiyorsan üçümüzü birden alırsın. Yok, hayır istemiyorsan o zaman yolumuzdan çekil çünkü biz Sahuaginlerin peşinden gitmeye kararlıyız. Seninle ya da sensiz…”
Şövalye, Apol’ün sert bakışlarına karşılık verdi. Sonra başını bir kez olumlu anlamda sallayarak “Tamam, öyle olsun. Sonra baştan uyarmadı demeyin.” dedi ve Veskel’e döndü.
“Pişman olmayacaksın.” dedi Veskel diğerlerinin duyamayacağı bir sesle.
“Öyle umarım. Aralarındaki bağlılık ve Apol’deki kararlılık beni etkiledi yoksa hayatta Osgar’ı yanıma almazdım. Çocuk çok tecrübesiz.”
“Kılıç kullanma konusunda yetenekli olduğunu göreceksin.” diye onu temin etti Veskel.
“Yetenek başka bir şeydir Veskel. Canlı bir varlığın hayatına son vermek ise bambaşka bir şey… O cesareti göstermek ve o hareketin ağırlığı altında ezilmemek çok zordur.”
“Acele etsek iyi olur.” dedi Korucu Ranum. “Peşinde olduğumuz yaratıklar neredeyse göle varmıştır bile. Bir karşılama komitesi hazırlarlarsa hiç şaşırmam.”
“Pekâlâ, haydi yola koyulalım o zaman. İhtiyacınız olan her şeyi yanınıza aldığınızdan emin olun.” dedi şövalye ellerini bir kez çırparak. Daha fazla vakit kaybetmeye niyeti yoktu ve şu an elinde olan gruptan daha iyisini bulabilecekmiş gibi de görünmüyordu.
“Göle ancak yürüyerek varabiliriz. Yol atlar için çok elverişsiz, o yüzden yanınıza fazladan bir şeyler almamanızı öneririm.” dedi korucu.
“Sen de her şeyi aldığından emin olsan iyi olur.” dedi kılıç.
Kılıcın konuşması, küçük grupta bir anlık şaşkınlığa yol açtı. Hepsi konuşanın gerçekten kılıç olup olmadığını anlamak için gözlerini dikmiş ona bakıyorlardı.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu şövalye.
“Galsamotundan bahsediyorum tabi ki. Eyerine astığın çantaya koymuştun, unuttun mu?” dedi kılıç, gördüğü ilgiden oldukça memnun olduğu anlaşılan bir ses tonuyla.
“Galsamotu, tabi ya…” dedi şövalye. Bir koşu atının yanına gitti ve eyere bağladığı küçük çıkınını omzuna astı. Arkasındaki grubun kılıç hakkında mırıldandığını net bir şekilde duyuyordu. Kılıcından gelen memnun kıkırdamalar onun da konuşulanların farkında olduğunu gösteriyordu. Grubun yanına geri döndüğünde hepsinin gözü hâlâ kılıçtaydı. Ama açıkça bir soru sormaya çekiniyor gibi görünüyorlardı. Ranum hariç hepsinin kılıç ve kalkan kuşanmış olduğunu gördü memnuniyetle. Ranum, koruculara özgü yeşil pelerinine bürünmekle yetinmişti. Şövalye, pelerininin ardında adamın beline asılı uzun bir kılıç taşıdığını gördü göz ucuyla. Osgar’ın sırtında da ufak bir çuval olduğunu gördü. İçinde ne olduğunu merak etti ama şimdi bunun için vakit yoktu. “Hazır mısınız?” diye sordu hepsiyle göz teması kurarak. Hazırlardı.
“Haydi, gidelim o zaman.” dedi ve Ranum ile birlikte grubun başını çekerek kasabanın çıkışına doğru yöneldi.

Dolunay fotoğrafı / Full Moon photo by MichiLauke
Sahuagin Art by bosss1

5 Temmuz 2009 Pazar

Birkaç komik hatıra

Sevgili DBP bir mim konusu başlatmış sitesinde. Bizlerden de devam ettirmemizi rica etmiş. “Yazarsanız okurum” demiş bir de. Bakalım, göreceğiz (Zorla yazı yazdırılan yazarın editörüne manevi baskısı he-he-heee!). Konumuz hiç unutamadığımız en az beş anımızı yazmak. Konu anı olunca, işin içinde bir de ben olunca malzeme bol oluyor haliyle. Ben blog sayfamdaki yazılarımın yapısına uygun olması açısından sadece komik olanlarını yazmakla yetineceğim. Bakalım kaç tane çıkacak?

* Burun hadisesi... Beni tanıyanlar bilir, Kaf Dağını aratmayacak derecede minik (!) bir buruna sahibimdir. Örnek vermek gerekirse Fatih Sultan Mehmet'in burun ebatlarına yakındır yüzümün ortasındaki naçizane çıkıntı. Daha aşağı bir benzetmeyi kabul etmem, benzetenleri de sopamın nazik darbeleriyle baş başa bırakırım, bilgilerinize… Her neyse efendim, konuyu fazla dağıtmayayım. Ben de her iri burunlu insanoğlu gibi burnumun büyük olduğunu şiddetle reddederdim. Ta ki o güne kadar… Güzel bir İzmir akşamı, belediye otobüsüyle evime gidiyordum. Akşam saatleri olmasına rağmen otobüs hayret verecek derecede boştu. Ben sağ iç tarafta, koridor tarafında oturuyordum. Otobüs, yolumuzun üzerindeki durakların birinde yolcu almak için durmuştu. Yanlış hatırlamıyorsam o duraktan tek bir yolcu, orta yaşlarda dalgın bir bayan binmişti otobüse. Kadıncağız biletini attıktan sonra (o zamanlar hâlâ bilet kullanılıyordu) yavaş yavaş arka sıralara doğru ilerlemeye ve kendine oturacak boş bir yer aramaya başladı. Ben de bakışlarımı kadına dikmiş, merakla ne yaptığını izliyordum. Otobüste onca boş yer varken oturacak yer bulamaması garip gelmişti çünkü. Kadın, koltukların demirlerine tutunarak adım adım ilerlemeye ve bana yaklaşmaya devam ederken bir yandan da bakışlarını ileriye, otobüsün sonuna dikmişti. Tam benim hizama geldiğinde koltuğun demirini tutmak yerine benim burnuma tutunmaz mı? Şok olmuş bir vaziyette burnuma tutunan ele bakakalmıştım. Sonra kafamı yavaşça çevirerek şaşkın gözlerle kadına baktım. Ben kafamı çevirirken kadının da aynı yavaşlıkla başını bana çevirdiğini gördüm gözümün ucuyla. Kadınla bir-iki saniye için göz göze geldik. Sonra kadının gözleri birdenbire irileşti ve küçük bir çığlık atarak elini hemen geri çekti. Ardından birbiri ardına sıralanan özürler ve kıpkırmızı olmuş bir suratla otobüsün arkalarına doğru koşarak gözden kayboldu. Ben ise burnumu sıvazlayarak gülüyordum. İşte o gün burumun büyük olduğuna inandığım gündü.

* Karizmamın yerle bir olduğu an… Büyük bir fabrikada müdür yardımcılığı yapıyordum. Bir akşam iş çıkışında babam ve erkek kardeşimle birlikte arabayla eve gidecektim. Çalışanlarla aynı kapıdan binayı terk ettiğimiz için ortalık bayağı kalabalıktı. Ben çalışanlardan biriyle konuşurken kardeşim de yanımda duruyordu. Babam ise arabaya binmiş, bizim de binmemizi bekliyordu. Her neyse, konuşmayı kısa kesip arabaya doğru yöneldim ve binmek için ön kapıyı açtım. Kapıyı açmamla birlikte erkek kardeşimin kolumun altından sıyrılıp koltuğa yerleşmesi bir oldu. Ardından “Teşekkür ederim.” diyerek kapıyı yüzüme kapatıp pis bir sırıtmayla bana bakmaya başladı. Etrafımdan bir kahkaha tufanı koptuğunu ve yüzümün utanç ve sinir karışımı bir kırmızıya bulandığını hatırlıyorum. Boynumu büküp arka koltuğa oturdum ben de. Eve doğru yola çıktığımızda çalışanların çoğu hâlâ kahkaha ile gülüyorlardı ardımızdan.

* Vapur sefası… Amcamın oğlu, kadim dostum Cihat ile Eminönü’nden çıkmış Kadıköy vapuru ile eve gidiyorduk. Cihatla ben doğduğumuzdan beri çok sıkı arkadaşızdır. Hava çok güzeldi ve vapurun içine tıkılmaktansa dışarıda oturmayı tercih etmiştik. Alt kattaki yan bölümlerden birine geçip güzel havanın ve İstanbul’un eşsiz manzarasının tadını çıkarmaya başladık. Kısa bir süre içinde vapurumuz Kadıköy’e doğru hareketlendi. Sonra birden vapurumuzun düdüğü uzun uzun ötmeye başladı. Ne oluyor diye etrafa bakarken başka bir vapur sesinin daha duyulduğunu fark ettik hayretle. Sesin geldiği yöne baktığımızda ise bir Deniz Otobüsünün tam hızla üzerimize gelmekte olduğunu gördük. Yol vermesi için bizim vapura işaret ediyordu. Ama ne bizim kaptanın ne de diğer kaptanının birbirine yol vermeye niyeti varmış gibi görünmüyordu. Herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladığında ben de hafiften şehâdet getirmeye hazırlanıyordum ki iki vapurun son anda dümen kırmasıyla çarpışmadan son anda kurtulduk. Vapurlar birkaç santim arayla birbirlerine teğet geçtiler. Bu sırada Deniz Otobüsü bol miktarda tuzlu ve soğuk suyu bizim vapura sıçrattı ve Cihatla beni baştan aşağı sırılsıklam etti. Sadece bizi… Başka ıslanan yoktu, yalnızca ikimiz…

* Hortum kazası… Yine İzmir’den bir hatıra… Anneannemlerin yazlığındayız. Kız kardeşim eline hortumu almış küçük bahçemizin çimlerini suluyordu. Rahmetli dedem de onun arkasında durmuş, özene bezene diktiği gül fidesine bakıyordu. Annemin kız kardeşime seslenmesiyle birlikte kardeşim elinde hortum olduğu halde bizden tarafa dönmüş ve dedemi sırılsıklam etmişti. Aynı kamera şakalarındaki gibi… Üstelik dedemi ıslatmakta olduğunu hemen fark edememiş ve adamcağıza iyi bir soğuk duş aldırmıştı. Dedemin elleriyle suyu durdurmak için çırpınması ve kız kardeşimin yüzündeki ne olduğundan bihaber ifade görülmeye değerdi doğrusu. Hazır ıslanmaktan söz etmişken bunu anlatmazsam olmazdı.

* Light Gazoz… Bu yeni bir tane… Dün akşam çok susadım ve bir şeyler içmek için mutfağa yöneldim. Buzdolabını açtığımda sevinçle bir limonlu gazoz şişesinin bana bakmakta olduğunu gördüm. Gazoza bayılırım laf aramızda... Bir saniye bile düşünmeden şişeyi kapıp kendime bir bardak doldurdum ve büyük bir yudum aldım. Tam “Oh…” demeye hazırlanıyordum ki bir gariplik olduğunu fark ettim. Gazı vardı içeceğin ama şekeri yoktu. Gözlerimi kırpıştırarak bir yudum daha aldım. Evet, şekersizdi. Gazı çok hafifti ayrıca… “Acaba light gazoz mu bu?” diye düşünerek şişeye baktım dikkatle. Sonra fark ettim ki şişenin içindeki gazoz değil suydu! Bizimkiler şişeyi ziyan etmemek için suyla doldurup dolaba koymuşlar meğerse. Kendilerine bu olayı anlattığımda koltuklarından yuvarlanarak kahkaha krizine girmelerinden bahsetmiyorum bile… Bunun da unutamayacağım anılar arasına gireceği kesin.

* Sinirsel harp… Havalimanı günlerimden bir anı vermezsem olmaz. Aziz ve Sinan ile aynı vardiyadayız. İçeride müşteri olmadığı için hepimiz ofise geçmiştik. Sinan her canı sıkıldığında yaptığı gibi Aziz’in damarına basıp kulaklarından duman çıkmasına neden oluyordu. Sessizce bir kenarda oturmuş, bu iki değerli arkadaşımın arasındaki diyalogu gülümseyerek izliyordum. Aziz bilgisayar başında oturuyordu, Sinan ise tam ofis kapısının yanındaydı. Artık Aziz nasıl gerilmişse birden ayağa fırladı ve kapının yanındaki Sinan’a okkalı bir küfür savurdu. Tam o saniyede ofisin kapısında bir müşteri belirdi ve “Pardon, içeriye kim bakıyor?” diye sordu masumca. Bu öyle bir andı ki, Aziz sanki soru sorduğu için adama küfür etmiş gibi oldu. Birden hepimiz taş kesildik tabi… Neyse ki adam durumu anladı da içten bir kahkaha atarak yaşaran gözlerini silmeye başladı. Aziz ise kıpkırmızı bir suratla hızla dışarı fırladı ve özürler eşliğinde adama yardımcı oldu. Bir insanın bu kadar kızarabildiğini sanmazdım doğrusu. Sinan ve ben ise gülmekten yerlere yatmakla meşguldük. İşin daha komik yanı ise, iş çıkışında bu yaşadığımız olayı bir arkadaşımıza anlatırken gerçekleşti. Asansörle aşağı inerken Aziz, olan biteni canlı bir şekilde anlatıyordu. Tam küfür anına geldiğinde aynı küfürü çekinmeden bir kez daha sarf etti ve o anda asansörlerin kapısının açılmasıyla iki bayanla karşı karşıya kalmamız bir oldu. Aziz’in daha fazla kızaracağını düşünemezken yanılıyormuşum meğer…

* Eldiven macerası… Yine Cihatla Eminönü’ndeyiz. Mevsimlerden kış ve havada dondurucu bir soğuk var. Sadece bir çift eldivenimiz olduğundan sol tekini ben, sağ tekini ise Cihat giyiyor. Boşta kalan ellerimizi ise kol kola girerek paltolarımızın ceplerine sokmuş bir vaziyette yolda yürüyoruz. Çok akıllıyız ya… Derken tam karşımızdan bir araba hızla üzerimize gelmeye başladı. Kenara çekilmek için hemen harekete geçtik tabii… Ama o kadar uyumluyduk ki sormayın gitsin. Önce ben sola, Cihat ise sağa gitmeye çalıştık. Kol kola olduğumuzdan gidemedik tabi… Bunun üzerine ben hemen sola gitmekten vazgeçip sağa yöneldim. Aynı hareketi Cihat’ın yapabileceğini nereden bilebilirdim ki? Onun da sağ yerine sola gitmeye karar vermesiyle yolun ortasında kafa kafaya çarpışıverdik. Kafalarımızın çarpışmasının etkisinden midir bilmem son anda kollarımızı ayırmayı akıl edip kenara kaçabildik. Son hatırladığım şey şoförün halimize kahkahalarla gülerek aramızdan geçip gitmesi…

* Futbol komedyası… Üniversite yıllarımızda bir çılgınlık yapıp sınıfımızın kızlarını da alıp hep beraber bir futbol maçı yapalım dedik. O gün gülmekten oynayamamıştım. Toptan kaçanını mı istersiniz, kendi kalesine gol atıp deliler gibi sevineni mi? Yoksa kaleye geçen Bahar’ın her şutta çığlık atarak kaçmasından mı bahsetsem? Ayağıma top bile değmemişti. Bir sefer hariç… Onda da benimle aynı takımda olan iki kız arkadaşım topu benden almak için beni ezip geçmişti. Üstelik “Durun yahu! Hepimiz aynı takımdayız!” çığlıklarıma kulak bile asmadan… Ben yere yapışmış bir şekilde onları izlerken onlar hala topu kapmak için birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Aramızda en iyi oynayanın Yeliz olması, üstüne bir de 3 gol birden atması sınıfımızın erkekleri olarak gözümüzden kaçmayan ama dillendirmeyi unuttuğumuz küçücük ufacık bir ayrıntıydı sadece. Kesinlikle çok eğlenceli bir gündü.

* Son olarak… Bu seferki komik değil, ciddi bir tane. Kulaklarımı çınlatmayasınız diye… Askerdeyken sevgili dostum Erhan’a tezkeresini almaya yakın bir zamanda, gizlice bir veda klibi hazırlamıştım. Kısa bir video filmden oluşan bu klipte hepimiz Erhan’ın tezkereyi almasına çok sevindiğimizden bahsediyorduk. Ama hangi açıdan? “Gidiyor da kurtuluyoruz. Beş para etmezin tekiydi.” ve benzeri ibareler kullanarak yerden yere vuruyorduk Erhan’ı. Klibin sonunda ise şakayı bırakıp kendisine en güzel dileklerimizi sunuyor ve onu tanıdığımıza ne kadar memnun olduğumuzu söyleyip hayatında başarılar diliyorduk. İşte bu klibi ona izletirken Erhan’ın yüzünün aldığı ifadeleri, önce kahkahalarla gülüşünü sonra da duygulanıp ağlayışını unutamam. Bir de geçen hafta bizzat bulunduğum nikâhında “Bu hanımı eş olarak kabul ediyor musunuz?” sorusuna tüm gücüyle “Evet!” diye bağışını da unutabileceğimi sanmıyorum.

Kaç oldu? Dokuz olmuşuz. Bir tane daha çıkar mı diye düşünüyorum. Çıkar elbette… Sonuçta hayat bir macera ve her anı sürprizlerle dolu... Ama hepsini burada anlatacak olursam blog sayfama yazacağım doğru düzgün bir şey kalmayacak. O yüzden burada kesiyorum. Umarım okurken eğlenmişsinizdir. Sağlıcakla kalın…

Bu da Geçer isimli blog sayfasındaki "İstesem de unutamam" konulu yazı için yazılmıştır.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Göl halkı (Bölüm 3)

Ertesi sabah erkenden uyandılar. Büyücünün aklına yapabileceği son bir iyilik daha gelmiş olacak ki şövalye dışarı çıktığında köşkün kapısında kendini bekleyen beyaz bir atla karşılaşmıştı. Üzerinde tek bir leke bile olmayan, kuvvetli ve asil görünüşlü bir hayvandı. Eğerine ufak bir erzak paketi bağlandığını gören şövalye minnetle Marvin’e baktı ve teşekkür etti. Büyücü önemli olmadığını göstermek için basit bir el hareketi yaptı ve “Saçmalama. Benim için yaptığın onca şeyden sonra bunların lafı bile olmaz.” dedi. Şövalye çevik bir hareketle ata bindi ve Marvin’le samimi bir şekilde el sıkıştılar. “Sanırım en hızlı şekilde balıkçı kasabasına gitmek isteyeceksin. Ama benim tavsiyeme uyacak olursan, senin yerinde olsam ilk önce Viran Kent’e bir uğrardım.” dedi büyücü göz kırparak. Ardından da şövalyeyi soran gözlerle bırakarak köşkün kapısına yöneldi ve dostuna el sallayarak “Haydi yola koyul artık. Seni bekleyen bir görev var.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve atını hafifçe mahmuzlayarak yolculuğuna başladı.

Cesur Şövalye gerçekten de en kısa sürede Semmak’a ulaşmak istiyordu. Bunun için köşkten çıkar çıkmaz kuzey doğu yönüne ilerlemesi gerekiyordu. Ama büyücünün imalı sözleri içinde fokur fokur fokurdayan bir merak uyandırmıştı. O yüzden atını kuzey doğudaki geçide sürmek yerine güneye, Viran Kent’e doğru yöneltti. Kentle köşkün arası pek fazla değildi. Kısa bir yolculuğun ardından kentin eteklerine varmıştı bile. Kentin geniş kapılarından yavaşça geçtiler. Hareketli ve oldukça sevimli bir yerdi burası. Orada burada karşılaştığı birkaç kişinin ona hayranlık ve saygıyla baktığını gördüğünde bunu üzerindeki zırha bağladı. Fakat biraz daha ilerledikçe herkesin kendisine selam verdiğini hatta bazılarının o geçerken saygıyla eğildiğini fark etti hayretle. Onun gelişi ağızdan ağza dolaşıyor ve insanlar onun geçişini görmek için kapılara ve pencerelere doluşuyordu. “Neler oluyor burada böyle? Bu insanlar neden bana böyle davranıyorlar?” diye mırıldandı kendi kendine.
“Anlaşılmayacak bir şey yok canım.” diye ciyakladı kılıç, o tiz sesiyle. “Beni görmek için can atıyorlar elbette ki. Balıkçının söylediklerini unutuyorsun. Ne de olsa ben meşhur biriyim. Ah, şöhret...” Şövalye bu abartılı yoruma ve kılıcın kendini beğenmişliğine gülümseyerek karşılık verdi. Yine de bu insanların kendisini nereden tanıdıklarını bilmek isterdi. Bunun cevabını ise kent meydanına geldiğinde buldu. Tam meydanın ortasında Marvin ve şövalyenin sırt sırta vermiş, görünmeyen bir tehditle savaşan bir heykeli dikilmişti. Şövalye şaşkınlıkla heykele bakakalmıştı. Marvin sihirli değneğini büyü yapmaya hazır bir şekilde kaldırmış, şövalye ise büyülü kılıcını bir darbeyi savuşturur gibi başının üzerine kaldırmış biçimde tasvir edilmişti. Çok gerçekçi görünüyordu, sanki büyü ile yapılmış gibi… Şövalye sakalını sıvazlayarak “Marvin’in işi olmalı...” diye mırıldandı.
“Evet, öyle olmalı. Baksana bana, benim gibi bir kılıcı bile birebir modellemişler. Çok zor bir iş. Muhteşem görünüyorum!” dedi kılıç çılgın bir kahkaha eşliğinde. Şövalye yine yorum yapmamayı tercih etti. Kılıçla uğraşamayacak kadar keyfi yerindeydi. Tam heykelin altında bakır renkli bir tablette çarptı gözüne. Üzerinde şunlar yazılıydı; “Kentimizin üstüne çöken belayı savuşturan ve yeniden kurulmasını sağlayan kahramanlar adına dikilmiştir.” Şövalyenin gururla göğsü kabardı ve etrafını saran halka minnet dolu gözlerle baktı. Tek elini kaldırarak hepsine selam verdi ve tezahüratlar eşliğinde atını şaha kaldırıp kenti dörtnala terk etti. Kimsenin kendisini sulu gözlü biri olarak hatırlamasını istemezdi.

Kılıcın hiç bitmeyen gevezelikleri eşliğinde geçen birkaç saatin sonunda Der-bend geçidine varmışlardı. Sarp geçit, Ra’n Dağları arasından geçip dağın diğer tarafına, Zifir Deniz’in hemen kıyısına açılıyordu. Oradan kuzey batıya doğru yaklaşık bir günlük mesafe sonunda Semmak kasabasına ve Uzun Göl’e ulaşılıyordu. Geçidi görür görmez kılıç “Vay canına! Şu geçide bak. Pusu kurmaya ne kadar da elverişli. Buraya bayıldım!” diyerek çılgın kahkahalar atmaya başladı.
“Kes sesini! Dağlardaki tüm uğursuz yaratıkları başımıza toplayacaksın.” diye fısıldadı şövalye öfkeyle.
“E daha iyi ya işte! Hey! Biz geldik!”
“Şşşt!”
“İyi, aman, tamam. Hiç eğlenceli değilsin” diye mızmızlandı kılıç.
Şövalye burnundan soluyarak “Eğlenceymiş, hıh…” dedi ve atını temkinli bir şekilde dar geçide doğru sürmeye başladı.

Geçit gerçekten de tuzak kurmak için biçilmiş bir kaftandı. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan yol kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Bu yüzden bir sonraki dönemecin ardında ne olduğu görülmüyordu. Her iki yanda gökyüzüne doğru metrelerce uzanan taş duvarlar ise güneşin sıcacık kollarının buraya ulaşmasını engelliyor, geçidin karanlık ve kasvetli görünmesine yol açıyordu. Geçidin ortalarına doğru yaklaştıkları sırada birden garip bir ses geldi kulaklarına. Bir kuş ötüşü gibiydi ama oldukça kaba bir kuş olacaktı ki sesi oldukça hırıltılıydı. Biraz daha öteden, sese yanıt mahiyetinde başka bir kuş kaba kaba öttü. Ardından da oldukça detone bir horoz ötüşü yankılandı geçidin ilerisinde. Seslerin hepsi bir garipti ama bu sonuncusu şövalyenin “Horoz mu? Burada mı?” diyerek tek kaşını kaldırmasına neden olmuştu. Bir anda uzaktan gelen yankılı bağrışmalar duyulmaya başladı. İki kişi gırtlaktan gelen bir sesle tartışıyor gibiydiler.



“Sen var salak olmak! Şef var haberleşme işareti kuş demek!”
“Asıl sen salak olmak! Horoz da bir kuş olmak!”
“Ama horoz dağ kuşu olmamak! Sen hiç bir şey bilmiyor!”
“Ben bir şeyi çok iyi biliyor! Dil koparmak! Senin dili…”


Şövalye sesleri tanımıştı. Ortak lisanı hiç kimse bu kadar kötü konuşamazdı. “Goblinler! Bu bir tuzak!” diyerek kılıcını hızla kınından çekti.
“Yaşasın! Bu çok eğlenceli olacak.” dedi kılıç hevesle.
Şövalyenin kılıcını çekmesiyle birlikte dağın tepesinde bir yerlerde davullar çalmaya başladı. Alarm verilmişti. Daha ne olduğunu anlayamadan, bir anda hem önlerinden hem de arkalarından onlarca goblin savaş çığlıkları atarak hızla üzerlerine doğru koşmaya başladı. Kiminin ellerinde eğri ağızlı kılıçlar kiminin ellerindeyse mızraklar vardı. Şövalyenin atı korkuyla şaha kalktı. Atın üzerinde fazla duramayacağını anlayan şövalye çevik bir hareketle yere atladı ve sırtını geçidin bir duvarına vererek ilk saldırganları karşılamaya hazırlandı.
“Gelin bakalım! Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var!” diyerek sert bir hareketle ilk goblinin başını gövdesinden ayırdı.
“Evet, işte bu!” diye çığlık attı zevkten dört köşe olan kılıç.
Goblinlerin deneyimli şövalye karşısında hiç şansı yoktu. Seri ve isabetli kılıç darbeleriyle vuruş mesafesine giren her bir yaratığı şişliyor, karşı saldırıları ise başarı ile savuşturuyordu. Önce biri düştü, sonra diğeri… Kısa bir süre içinde şövalyenin ayaklarının dibinde bir düzineden fazla ölü goblin yatıyordu bile. Bu şiddetli savaşçının gazabı ile karşılaşmak istemeyen goblinler saldırılarını yavaşlattılar ve geri çekilerek şövalyenin etrafında yarım bir çember oluşturmaya başladılar. Birkaç tanesi mızraklarını fırlatarak şövalyeyi vurmayı denedi ama bir-iki çevik hareket ve bir kılıç darbesiyle mızraklar zararsız bir şekilde yere düşüverdi.
“Eee?! Ne bekliyorsunuz? Saldırsanıza…” diye bağırdı kılıç. Ama goblinler dövüşmeye pek istekli değildi. Çemberi daraltarak ve küfürleşerek bekliyorlardı sadece.

O kısa sürelik bekleyiş içerisinde şövalye karşısındaki yaratıkların iki farklı kabileden oluştuğunu fark etti. Bir kısmı tanıdıktı, ormanın civarında daha önce gördüğü, ormana uyumlu renkler giymiş goblinlerdi. Diğerleri ise tamamen farklı kıyafetlere bürünmüşlerdi. Kahverengi renkleri ağırlıkta olan, dağlara uyumlu renkler vardı üzerlerinde. “Bu yüzden aralarında ortak lisanı kullanıyorlar.” diye mırıldandı kendi kendine. Birden atının kişnemesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru baktı. Atının da kendisi gibi ama kendisininkinden daha küçük bir çembere alındığını gördü. Tam o bakarken atı, arkasından yaklaşmakta olan bir gobline isabetli bir çifte atarak yaratığın sert bir biçimde duvara yapışmasına neden oldu. Şövalye gülümseyerek “Aferin oğlum.” diye mırıldandı. Bakışlarını tekrar önüne çevirdiğinde ise gördüğü manzara karşısında gülümsemesi soluverdi.

Çemberin en önündeki goblinler kenara çekilmiş, yeni gelen oldukça iri başka bir gobline yol veriyorlardı. Yaratığın iriliğine ve diğer goblinlerin onun yolundan kaçmak için birbirlerini ezmelerine bakılırsa gelen liderleriydi. Üzerindeki kıyafetlerin daha gösterişli olması, yani en azından bir gobline göre daha gösterişli olması ve belindeki devasa kılıç da bunu doğrular nitelikteydi. Onun çembere girmesiyle birlikte diğer goblinler mızraklarını ve ayaklarını sertçe yere vurarak tempo tutmaya başladılar. Hep bir ağızdan Graakar! Graakar! Graakar! diyerek bağırıyorlar, şefleri ise kollarını iki yana açmış kükreyerek tezahüratları kabul ediyordu. Sonra yavaşça şövalyeye döndü ve bir parmağını suçlarcasına kaldırarak konuşmaya başladı. O konuşmasına başlar başlamaz diğer yaratıkların hepsi susmuştu. “Ben Graakar!” dedi tek elini geniş göğsüne vurarak. “Ben var bu klanın lideri olmak. Ben var eskiden yaşlı ormanın kralı olmak. Ama parlak zırh beni ve halkımı ormandan kovmak. Halkımı öldürmek… Biz ormandan kaçmak. Biz büyük köşke sığınmak, süpürgeli kadın ile anlaşma yapmak. Ama parlak zırh bizi takip etmek. Cadıyı yenmek, bizi yine yuvadan kovmak. Sonra biz buraya gelmek, dağdaki akrabalarla birleşmek. Ben liderlerini yenmek, iki kabilenin kralı olmak!” Kalabalıktan coşkulu bir tezahürat koptu. “Biz burada mutlu. Yolculara saldır, kır, parçala. Yemek bol, güneş yok." dedi. Sonra kılıcını yavaşça kınından çekti ve "Ama parlak zırh yine gelmek…” dedi tıslayarak ve kırmızı gözlerini tehlikeli bir biçimde kısarak. “Parlak zırh bu kez hata yapmak. Çünkü Graakar bu kez kaçmayacak. Graakar intikamını alacak!” diyerek kükredi. Kalabalık coşkuyla haykırdı ve çılgın gibi tekrar tempo tutmaya başladı.
Şövalye kılıcını savunma pozisyonuna alarak “Dövüşmek istiyordun değil mi? Al sana dişine göre bir rakip. Kendini göstermek istiyorsan tam zamanı efendi kılıç.” dedi.
“Merak etme, bana güven. Eğlence zamanı!” diye bağırdı kılıç. Graakar devasa kılıcını savurarak hızla ileri atıldı. Şövalye bu darbeden ancak kılıcın altından takla atarak kaçabildi. Hızla arkasına döndü ve ikinci darbeyi de kılıcı ile karşıladı. Darbe o kadar kuvvetliydi ki, az kalsın kılıcını elinde düşünüyordu. “Ovv! Bu acıttı!” diye mızmızlandı kılıç. Graakar arka arkaya güçlü darbeler indiriyor, şövalyenin savunma pozisyonundan çıkabilmesine izin vermiyordu. Coşkulu kalabalık iyice heyecanlanmış, liderlerinin savurduğu her kılıç darbesiyle birlikte tezahüratlarının temposunu arttırıyorlardı.
Şövalye bir darbeyi daha başarı ile savuşturduktan sonra “Umarım eğleniyorsundur.” diye sordu kılıcına, kalabalığın gürültüsünü bastırmak için bağırarak.
“Deli misin? Tabii ki çok eğleniyorum! Nı-ha-ha-ha!” diyerek kahkahalar attı.
“Son saniye önerin yoktur herhalde?”
“Aslına bakarsan var. Güçlü ama hantal! Hızlı hareket edemiyor, bunu avantajına kullan!”
“İyi fikir…” diye mırıldandı şövalye ve kılıcı kullanma hızını yavaş yavaş arttırmaya başladı. Az sonra savunmadan çok saldırı yapar olmaya başlamıştı. Graakar bu duruma çok öfkelendi ve kükreyerek saldırılarının kuvvetini arttırdı. Şövalye bu saldırıları da başarıyla karşıladı. Bu goblin liderinin daha da öfkelenmesine yol açtı. Sonunda iri goblin giderek artan öfkesine yenik düşerek şövalyenin başına doğru çok kuvvetli bir darbe savurdu. Çok kuvvetli ama dengesiz bir darbe… Şövalye bu kez darbeyi kılıcıyla karşılamak yerine çabucak eğildi ve vuruşun boşa gitmesini sağladı. Graakar bunu beklemiyordu. Dengesiz vuruşu yüzünden sendeledi ve savunmasında bir anlık boşluk verdi. Bu boşluk şövalye için yeterliydi… Graakar önce bacaklarının arkasında yakıcı bir his duydu ve dizlerinin bağının çözüldüğünü hissederek yere çöktü. Ardından başında büyük bir acı ve sonsuz karanlık…

Goblinlerin tezahüratı anında sona erdi. Yaratıklar inanamaz bakışlarla yerde ölü yatan liderlerine ve şövalyeye bakıyorlardı. “İşte bu kadar!” diyerek bir zafer çığlığı attı kılıç. Şövalye soluk soluğa, yorgun bir şekilde gülümsedi. Sonra gür kaşlarını çatarak kalabalık goblin çetesine doğru döndü. Goblinler onun çatık kaşları karşısında tereddütle bir adım gerilediler. Kılıç tiz sesiyle “Sıradaki lütfen!” diye bağırdı. Bu sözle birlikte goblin çetesi korkuyla, arkalarına bile bakmadan koşarak dağıldılar. “Hey, daha yeni başlamıştık ama…” diye hayıflandı kılıç mutsuzca.
Şövalye hiç de aynı görüşte değildi. “Bence bu kadarı yeter de artar bile. Cesaretlerini toplamadan hemen buradan gidelim.” diyerek atının olduğu yöne doğru koşmaya başladı. Neyse ki atı bu arbededen zarar görmeden kurtulmuştu. Etrafında baygın yatan birkaç goblin olduğu halde yerleri sinirli sinirli eşelemekle meşguldü. Şövalye elinden geldiği kadar çabuk bir şekilde atına atladı ve geçidin çıkışına doğru dörtnala sürdü.


Beyaz At fotoğrafı / White Horse photo by vadalein
Dağ geçidi Petra, Ürdün / Narrow Passage photo @ Petra, Jordan