20 Nisan 2009 Pazartesi

Hayatın 1 Nisan Şakası

Her şeye karşı hazırdı… Bir şey hariç... Hayatın ta kendisinin ona 1 Nisan şakası yapacağı aklına bile gelmemişti. 

O sabah güne her zamanki gibi çalar saatime bilgi haznemdeki naçizane kelimeleri ardı ardına sıralayarak başladım. Onu her akşam yatmadan önce itina ile kurar sonra da sabahları görevini kusursuz yerine getirdiği için bir güzel söverim. Zavallı saat… İsteksiz bir şekilde yatağımdan kalktım ve mahmur gözlerle üzerimi giyindim. Başımı kazağımın yakasından geçirirken üzerimde belli belirsiz bir tedirginlik olduğunu fark ettim. Sonra hatırladım. Çünkü o gün 1 Nisandı. Yani global sululuk günü… 

Başınıza her an her şey gelebilirdi böyle günlerde. Bu yüzden kendimi kafa olarak hazırlamalı, olası şaka tehlikelerine karşı uyanık olmalıydım. Aynanın karşısına geçip De Niro hesabı “Bana mı dedin? O şakayı bana mı yaptın?” diyerek hazırlık yapma fikri oynaştı bir an aklımın karanlık köşelerinde. Sonra bu saçma sapan fikri kafamdan uzaklaştırdım ve perdeleri aralayarak dışarıya baktım. 

Hava bir 1 Nisan sabahı için oldukça güzeldi. Yine de daha önceki acı ve oldukça ıslak olan deneyimlerim ışığında evden çıkarken şemsiyemi almayı ihmal etmedim. Ne de olsa İzmir’in en güvenilmez olan ikinci şeyi havasıydı. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra aşağı indim ve her sabah beni şirketin arabasıyla alan iş arkadaşımı beklemeye başladım. 

Sabahları işe arabayla gitmek her ne kadar kulağa keyifli ve rahat geliyorsa da aslında hiç de öyle değil. Bunun tek sebebi ise az önce bahsettiğim iş arkadaşım. Şimdi bazılarınız “Öyle söyleme, yazık. Bak adamcağız her sabah seni evinin önünden alıp işe götürüyor” diyeceksiniz biliyorum. Bende sizi yarım saat bu adamla baş başa kalmaya davet ediyorum. Yarım saat yeterli… Ondan sonra hepiniz böyle bir iş arkadaşınız olmadığına dua edecek hatta ve hatta onu ömrü hayatınızda bir daha karşınıza çıkarmaması için diz çöküp Allah’a yalvaracaksınız, emin olun. 

Her neyse, konuyu fazla dağıtmayayım. Apartmanın önünde kısa bir bekleyişin ardından çok muhterem iş arkadaşım şirketin arabasıyla teşrif etti. Suratı her zamanki gibi bir karış asıktı. Aksini de beklemiyordum zaten. Yolculuğumuz da her zamanki gibi geçti. Yani bol oranda birbirinden enteresan küfürler ve hiç kesilmeyen korna sesleri eşliğinde... Bu adamın araba sürüşü bir videoya çekilip kurslarda “Araba nasıl sürülmez” adı altında ders olarak gösterilse ülkemdeki kaza oranları bir hayli düşer diye düşünmüşümdür hep. Ezilmekten son anda kurtulan yayalara endişe ile bakarken, her zamanki gibi yorum yapmayıp sessiz kalma hakkımı kullandım. Çünkü bu adamın her şeye verecek bir cevabı vardı. Normal bir şey söylemeniz, sohbet etmek için ortaya bir laf atmanız bile sizi terslemesi ve kavga çıkarması için bir sebepti. Üstelik kendisine sorduğunuzda dünyanın en mülayim, en ılımlı insanı kendisidir, etrafındakiler geçimsizdir. 

Ya iş arkadaşımın düşündüğümden daha iyi bir şoför olmasından ya da her döndüğümüz virajda getirdiğim kelime-i şehadetlerden dolayı her zamanki gibi kazasız belasız işyerimize vardık. Ve artık bir rutin haline gelmiş arabadan inme, kavga, kepenkleri kaldırma, kavga, kahvaltıda ne yiyeceğimize karar verme, kavga döngüsünü başarıyla gerçekleştirdik. Kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra arkadaş günlük “Şu şöyle yapılsa daha iyi olur. Ben olsam daha iyisini yapardım. Ben senin şimdi yaptığın işi kaç sene yaptım. Senin gibi bilmem kaç tanesini cebimden çıkarırım. Ben… Ben…” vaazına başlamadan ortadan toz olmaya karar verdim ve apar topar üst kata kaçtım. 

Sırf o gün içerisinde yapacağım işlerin listesini çıkarmak bile beynimin kafatasımın içinde taklalar hatta parendeler atmasına yetmişti. Bir taraftan da sürekli çalan telefonlarla da uğraşmak zorundaydım. Bu telefonların yarısının aşağıdan, çok saygıdeğer iş arkadaşımdan geldiğini söylememe gerek var mı bilmiyorum. En sonunda zar zor da olsa hazırlıklarımı tamamlayıp kendimi Yenişehir’in güzide sokaklarına atmayı başardım. Bir yandan allak bullak olmuş kafamı toparlamaya çalışırken bir yandan da her şeyi alıp almadığımı kontrol ediyordum. Banka defteri cebimde, telefon çantamda… Tamam, süper. Şemsiye… Şemsiye??? Şemsiyemi unutmuştum! 

Bir anlığına sokağın köşesinde durakladım. Geriye dönmek istemiyordum. Çünkü bu, iş arkadaşımla tekrar bir diyaloğa gireceğim, şemsiyeyi unuttuğum için hiçbir işi tam yapamadığım şeklindeki konuşmalarına maruz kalacağım ve kıymetli dakikalarımı kaybedeceğim anlamına geliyordu. Hem hava hala bir 1 Nisan günü için oldukça güzel görünüyordu. Aman canım, unutulan sadece şemsiye olsundu, önemli olanlar yanımdaydı ya. Aklımda bu düşüncelerle yoluma hızla devam ettim. Karşıdan karşıya geçmek için kaldırımın kenarında durdum ve küçükken aynen bize öğretildiği gibi önce sağa sonra sola sonra da tekrar sağa baktım. 
Yoksa önce sola mıydı? Her neyse gelen giden yoktu zaten, sakince sokağa adımımı attım. Sonra birdenbire tam arkamda bir şey olduğunu hissettim. Hızla başımı çevirip arkama baktığımda tam ‘hassas bölgelerimin’ dibine yanaşmış turuncu bir vosvos ile burun buruna geldik. Telaşla kendimi kaldırıma zor attım. Vosvos ise bir gıdım bile yavaşlamadan yoluna devam edip gitti. O tosbağanın nasıl bu kadar sessiz bir şeklide bana arkadan yanaştığına hayret ederek arkasından bakakaldım. Bir anlığına şoförün dikiz aynasından kötü kötü bakan bakışlarını yakalar gibi oldum. Bende o bakışlara aynı kötücül ifade ile karşılık vermeye çalıştım ama yüzüm korkudan kasıldığı için muhtemelen Yenişehir sokaklarının tarihi boyunca görülmüş en bön ifade vardı yüzümde. Araba bön bakışlarımın altında hızlıca uzaklaşarak gözden kayboldu. 

 Az sonra bankadaydım. Seri adımlarla müşteri temsilcilerine yöneldim ve görevli bayanın karşısındaki koltuğa kuruldum. Kısa bir selamlaşma ve hatır sorma faslından sonra “Buyurun” diye sordu temsilci yüzünde büyük ve sahte bir sırıtışla. Kafam ne derecede karışmış bilemiyorum, ağzımdan aynen şu kelimeler dökülüverdi. “Bir belgemin vergi iadesini kontrol ettirecektim de…” Kadının yüzündeki geniş sırıtış yerini yavaş yavaş aptalca bir ifadeye bırakırken ben de “Ne dedim ben?” diye düşünmekle meşguldüm. Sonra çabucak lafı toparladım ve “Ay, şey… Bir belge teslim edecektim diyecektim…” dedim hafifçe kızararak. Kadın yüzünde zeka yaşımdan şüphe ettiğini açıkça belli eden bakışlarla hafifçe başını salladı ve “Alayım o halde belgeleri” dedi soğuk bir gülümsemeyle elini uzatarak. Karizmayı daha fazla çizdirmemek adına şık bir hareketle elimi paltomun iç cebine attım ve… Belgeler yoktu. 

O anda korku filmlerinde çalan o esrarengiz ses efekti eşliğinde evrakları kasadan çıkarıp masanın üzerine koyuşumu sonra da onları almadan odadan ayrılışımı ağır çekimde izledim. Anlaşılan tek unuttuğum şey şemsiyem değildi. Müşteri temsilcisinin kibarca çıkardığı boğaz temizleme sesi ile kendime geldim. Kadın, bir eli hala havada evrakları teslim etmemi bekliyordu. Telaşla ayağa fırladım ve evrakları unuttuğumu açıklamaya çalıştım. Kadın artık sadece zeka yaşımdan değil düpedüz akıl sağlığımdan şüphe ediyormuş gibi bakıyordu bana. Dalgınlığıma lanetler okuyarak hızlı adımlarla bankadan çıktım. Ve şıp! Tam gözümün içine bir su damlası düşüverdi. İşin ilginç kısmı o damlanın gözüme düşmesi değildi tabi. Gözlük kullanan biri olarak o damlanın kaşımla gözlüğüm arasındaki o küçücük boşluğu nasıl tutturduğu… Şıp! Bir damla da kafamın ortasına iniverdi. “Hayır, bu olamaz” diyerek kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepemde pırıl pırıl parlıyordu, yağmur yağıyor olamazdı. Şıp! Ama basbayağı yağıyordu işte! Koşar adımlarla mağazaya yöneldim. Bu sırada yağmur yavaşça hızını arttırıyor, güneş ise alay edercesine tepemde parlamaya devam ediyordu. 

Mağazaya geri döndüğümde sırılsıklam olmuştum bile. Artık beni öyle görmeye alışan çalışma arkadaşlarım hiçbir şey yokmuş gibi çalışmaya devam ettiler. Unuttuğum evrakları ve şemsiyemi aldığımda en güzel sıfatları hangisine yakıştıracağıma karar veremez bir şekilde tekrar dışarı çıktım. Tam şemsiyemi açmaya hazırlanıyordum ki şaşkın bakışlarla yağmurun durmuş olduğunu fark ettim. Şaka gibiydi… Üzerimden damlayan sular ve yerde bulunan su birikintileri olmasa aklımı kaçırdığımı düşünmeye başlayacaktım. Donald Amca’nın kulaklarını çınlata çınlata tekrar bankanın yolunu tuttum. Bir taraftan da yan gözlerle havayı kontrol ediyor, olası bir yağmura karşı tetik kolluyordum. Ama tek bir bulut bile yoktu. Hava pırıl pırıldı, üstelik güneş hafiften yakıyordu da ve ben elimde bir şemsiye ile dolaşıyordum. Adımlarımı elimden geldiğince sıklaştırdım ve bankaya doğru yürümeye başladım. Tekrar karşıdan karşıya geçmem gereken yere vardım. Bu kez daha da dikkatli bir şekilde önce sağa sonra arkama, sonra sola sonra tekrar arkama iyice baktım. Son bir kez daha arkama bakıp gelen giden olmadığından emin olduktan sonra dikkatlice kaldırımdan indim. Tam geçeceğim sırada arkamda sessiz ve ani bir hareket hissettim ve son anda kendimi geri çektim. Tam ağzımı açmış, bağırmaya hazırlanırken yanımdan geçip giden arabaya bakakaldım. Bu sabahki turuncu vosvos değil miydi? Ta kendisiydi… Şoför yine dikiz aynasından kötücül bakışlarla beni izlemekteydi. Neydi bu adam, sapığım falan mı? Üstelik yine sessiz ve derinden yaklaşmıştı külüstürüyle. Şaşkın bakışlarım altında, araba yine yavaşlamadan hızla uzaklaştı. 

 Bankaya vardığımda müşteri temsilcisi beni gördüğüne hiç de memnun olmamış gibi geldi nedense. Yüzünde geniş, sahte bir sırıtışla ürkek bir şekilde masasının arkasında oturup tedirgin bir şekilde beni süzmekteydi. Evrak teslim etmeye geldiğimi belirttiğimde ise söylediklerime hiç de inanmış gibi görünmüyordu. Aslında ben bile kendime inanmıyordum. İçimden sessizce “Lütfen bu sefer bir terslik çıkmasın, lütfen…” diye dua edererek endişeyle ve oldukça gösterişsiz bir şekilde elimi paltomun cebine attım ve… Oh! Evraklar cebimdeydi. Kibarca kağıtları temsilciye uzattım. Kısa bir tereddütten sonra onları aldı, tek tek açtı, dikkatle inceledi ve “Tamam” dedi “Hiçbir eksikleri yok.” Müşteri temsilcisi de bu işe en az benim kadar şaşırmış görünüyordu. “Teşekkür ederim, teşekkürler…” diyerek sesli bir şekilde dua ettim bu kez. Temsilci ise kendisine teşekkür ettiğimi sanarak “Bir şey değil, yine bekleriz” dedi yine o geniş, sahte gülümsemesiyle. Elinde olsa “Mümkünse bir daha görüşmeyelim.” diyeceğine emindim. 

Rahatlamış bir şekilde kalktım, derin bir oh çektim ve çıkışa ilerledim. Sokakta dalgın dalgın ilerlerken bugün başıma gelenleri düşünüyor ve bunları nasıl yazıya dökebileceğimi düşünüyordum. Bütün bu olanların gerçek olduğuna kimse inanmazdı herhalde ama olsun, yine de yazacaktım. En azından sonu farklı bitecekti, bu kez öykünün sonunda yağmur yağmamıştı. Derken… İşte o an yağmurun başladığı andı. Gülmeden edemedim, ufak bir kahkaha attım kendi kendime. En azından bu kez hazırlıklıydım. Şemsiyem yanımdaydı. Neredeydi şu şemsiye? Şemsiyem??? Okura Not : İster inan ister inanma, burada anlattıklarımın hepsi gerçektir sevgili okur. Şey… De Niro sahnesi hariç tabii ki :)

6 comments:

shenem dedi ki...

ah şu izm.in havası!:P
de niro bile nasibini almış:))
diorum sana mit'ciim,çekio bu yağmur sni,,
"gel gell sn.bilogger'cığım,severim sni.snin en gözde malzemenim been!!":))
bi mayıs glsin,özleyeceksiniz birbirinizi;)

gülsüm çelebi dedi ki...

süpersin arkadaşım.iş arkadaşın hakkında yazdıklarına tamamen bende katılıyorum.

mit dedi ki...

@ Shenem:
Yağmur seni de yakaladı ama sonunda Shenem hanım :) Gülme komşuna gelir başına.

@ Gülsüm:
Sağol arkadaşım, katımana sevindim :)

shenem dedi ki...

haha!!evet,özlemiş hatta seni,kulaklarını çınlattık:P.."ihsanı yakalayamadım bu sefer,kefil olarak seni aliim" ddi banaa:))sonra ben "kefili" "kefal" anladım,,gücüme gitti kardeş."yaktınn bni isoş"die söylendim.o da "yok,tefal!"dedi:Pp..bak çenem düştü yine, böyng esprilerime başladım:S

zeynep dedi ki...

Vahh vahh kıyamammm sana benn..Bütün 1 Nisan aksilikleride seni bulmuşş.(saat varya çalar saat yalnız değilsin..;)..)Yine yine çok güzeldi.. Sevgiyle kal.

mit dedi ki...

Bir an dedim ki ne oluyor yahu? :) Sonra yorumun yapıldığı başlığı görünce durumu kavradım. Unutmuştum bu yazıyı, o gün olanları da... O aralar böyle ufak tefek şanssızlıklar yakamı hiç bırakmıyordu, bana da yazacak konu çıkıyordu bu sayede :)

O turuncu vosvosla gene karşılaştım geçen gün :) Ama bu sefer arkadan sessizce yanaşan ben oldum hehehe :)

Sevgi ve huzurla...